Tarih 24 Ocak, saat 21:00… Telefonuma Kandilli Rasathanesi’nden bir bildirim mesajı geldi. Merkez üssü Elazığ Sivrice olan 6,8 şiddetinde bir depremyi haber veriyordu. Önce AFAD ardından da televizyonlardan bu haberi doğrulayan açıklamalar geldi. İlk bilgiler depremnin fazla hasar vermediği yönündeydi. Saatler ilerledikçe bilgi bombardımanı da başladı. Doğru-yanlış, gerçek-yalan her bilgi ardı ardına sıralandı. İster yeni nesil gazetecilik olsun, ister televizyon haberciliği, en hızlı bir şekilde hâdise mahalline ulaşmak ve gerçek bilgileri toplayıp servis etmekti görevimiz. Kısa sürede Elazığ’a bilet bulup yola çıkmaya hazır hale gelmiştim bile. Zaten odamın bir köşesinde sürekli hazır duran valizimi kontrol etmek çok zaman almadı.
‘TAŞIYICI KOLONU KESMEKTEN NE ZARAR GELİR Kİ?’
Haberlerde hep gösterirler siz de şahit olmuşsunuzdur, 7-8 şiddetinde Japonya’da meydana gelen depremlerde onlarca katlık binalarda oturan Japonlar hiç istiflerini bozmadan depremnin geçmesini beklerler. Ama biz bu en basit ve temel kuralı bile bilen ama uygulayamayan ya da uygulamayan bir toplumuz ne yazık ki. Binada güvenli bölgelere geçmek yerine binadan atlamayı tercih eden bir toplum. Böyle oluşumuzun sebebi cehalet değil, bir suçluluk psikolojisinin sonucuydu belki de. Oturma salonunu genişletmek için balkonu salona katarken depremi hiç düşünmüş müydük? Yahut mutfağın duvarını yıkıp Amerikan tarzı mutfakta kahvaltı yaparken deprem aklımıza gelmiş miydi hiç?
Evin küçük odalarının duvarlarını yıkıp devasa bir oda inşa etmek tabi ki de mimarın ve mühendisin akıl edebileceği bir şey değildi. Ama biz bu dahiyane fikri bulmuştuk ve tereddütsüz uyguluyorduk. Ticaret alanımızı büyütmek, dükkanımızda daha fazla malı teşhir etmek için taşıyıcı kolonun kesilmesinde nasıl bir sakınca olabilirdi ki? Deniz kumundan bina inşa etmek, demirlerden biraz tasarruf etmek kimi rahatsız ederdi hem?
AYAKTA AMA YARALI BİR ŞEHİR
Bir saat rötarlı uçuşun ardından afet bölgesine varmıştık. İlk durağımız Mustafa Paşa Mahallesi oldu. Sokaklar polis ekipleri tarafından güvenlik şeridi ile kapatılmış, arama kurtarma faaliyetleri sorunsuz bir şekilde ilerlesin diye tüm tedbirler alınmıştı. Deprem mahalline gitmek için uzun bir yol yürümek durumunda kaldık. Mustafa Paşa’ya doğru ilerlerken geçtiğimiz her sokak hasarlı, her bina yaralıydı. Kimi binalardan kopan parçalar yol kenarında bekleyen araçların üzerine düşmüş araçlara hasar vermişti. Merkeze ilerlerken çoğu binanın yıkılmadığını ama hemen hemen tüm evlerin hasar gördüğünü tespit etmek hiç de zor olmadı. Bu yürüyüş ürperticiydi. Zira her adım enkaz yığınına biraz daha yaklaştırıyordu bizi. 99 depreminde ya da Suriye savaşında gördüğümüz yıkık dökük, harabe binalar bu kez Elazığ’da karşımıza çıkmıştı.
ÖLÜM SESSİZLİĞİ BELKİ DE BUYDU
İlk saatlerde enkaz altında kalan vatandaşlara birer birer ulaşılıyor bir an önce tüm vatandaşların tahliye edilmesi için durmaksızın çalışılıyordu. Arama kurtarma faaliyetlerinin en zor olan yanı ise beklemekti. Saha koordinatörü çıkıp ‘sessizlik’ diye bağırdığında araçların çalışan motorları susturulur, olay yerinde çalışmaları izleyen vatandaşlar nefeslerini tutar, muhabirler susar, kameramanlar hareket etmeyi, kuşlar kanat çırpmayı bırakır, sokak köpekleri bile bu sessizliğe ayak uydururdu.
Birkaç saniye süren bu sessizlik geçmek bilmez, enkaz altında herhangi bir ses, bir titreşim bir iz olup olmadığını ölçen o cihazdan önce, enkaza kulak kabartılırdı. Ölüm sessizliği denilen şey belki de buydu.
Enkaz altında ilk 48 saat çok önemliydi. Soğuk hava şartlarında bu süreyi kısaltmak, umutları diri tutmak için gerekliydi. Depremin 24. saatinde 2,5 yaşındaki Yüsra enkaz altından sağ salim çıkarılmıştı. Ardından birkaç saat sonra annesi Ayşe Yıldız… Jandarma Arama Kurtarma ekiplerinin bu başarısı takdire şayandı. Jandarma tabur komutanı binbaşı Burak Özer kuyu yöntemi kullanarak anne ve kızını kurtardıklarını söylemişti. Jandarma astsubay Zehra Yıldız gördüğü manzarayı anlattığında duygulanmamak elde değildi.Şöyle diyordu Yıldız: “Anneyi gördüğümde neredeyse ağlayacaktım. Baba, anne ve kızına siper olmuş, kendisi hayatını kaybetmiş olmasına rağmen eşini ve kızını kurtarmıştı.”
UMUTLAR TÜKENDİĞİNDE CESET TORBASI SAHNEYE ÇIKAR
Gece boyunca arama kurtarma faaliyetleri aralıksız devam etti. Soğuğa rağmen hız kesmeden devam eden bu çalışmalar ile enkaz altındakilere ulaşılmaya çalışıldı.
Depremin 38. saati ise benim için adeta yıkım oldu. Mustafa Paşa mahallesinde çalışmalar tamamlanmış, Sürsürü mahallesi Dilek Apartmanı’ndaki çalışmalara hız verilmişti. Enkaz alanına yaklaşan her ambulans ile umutlanır, arama kurtarma ekiplerinin hareketlerinden ne olduğunu anlamaya çalışırdık. Zira enkaz alanına uzak bir noktadan bu çalışmaları takip ediyorduk. Ve bir şey öğrenmiştik: Eğer enkaz alanına sedye ve battaniye istenirse içeriden umutlu bir haber gelebilirdi. Umutların tükendiği yerde ise, istenen şey ceset torbası olurdu.
AĞLIYORDUK ÇÜNKÜ ANLAMIŞTIK
Nietzsche’ye göre; “Umut etmek kötülüklerin en büyüğüydü, çünkü işkenceyi uzatıyordu.” Burada da umutlu bekleyiş nihayet son bulmuş, enkaz alanında müthiş bir hareketlilik başlamıştı.
38. saatte nihayet sedye istendi. Ve saatler sonra mucizenin gerçekleşmesi artık an meselesiydi. Sedye köşede AFAD görevlisinin elinde duruyordu. Ancak enkaz alanına ceset torbası istendi ve ilk cenazeye ulaşıldı. İkinci kişinin de hayatını kaybettiğini ceset torbasında taşınırken öğrendik. Sedye hâlâ enkaz alandaydı. Sedye umut demekti, hayat demekti, yeni bir başlangıç, yeni bir doğum demekti. Ancak tüm umutlar boşa gitmişti. Sedye yine boş kalmıştı. Ceset torbasında üçüncü cenaze görevlilerin ellerinde ambulansa doğru taşınırken bir cenazeden daha fazlası gidiyordu. Umutlar, hayaller, hayatlar… Bir anne gidiyordu, bir eş, bir abla, bir kardeş, bir teyze, bir hala, bir dost, bir sırdaş, bir komşu gidiyordu o ambulansta. Biz ise o boş kalan sedyeye umutlarımızı çoktan yüklemiştik bile.
Benim için en zor an, bu andı. Necip Fazıl, “Reis Bey” adlı eserinde “Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz” diyordu. Hava sıcaklığının -10’lara düştüğü Elazığ’da 3 gece enkaz altında kalıp sağ çıkmak apaçık mucize olurdu. Ağlıyorduk çünkü anlamıştık… Umudun ardından bu kez mucizeyi ceset torbasına koyup fermuarı açılmamak üzere çektik. O saatten sonra enkazdan kimse sağ çıkarılmadı. 38. saatte 34. cenazeye ulaşılmış, enkaz altında bulunan 7 kişinin de cansız bedeni ancak saatler sonra bulunabilmişti. Elazığ’ı vuran 6.8’lik deprem 41 cana mal olmuş, 45 kişi enkazdan sağ olarak çıkarılmıştı.
ÜST KATLARDA HİSSEDİLMEMİŞ
Arama kurtarma faaliyetleri sona erdikten sonra evlerin yıkım işlemine başlandı. Acil yıkılması gereken binalar iş makinelerine teslim edilmişti. Biraz daha ucuza mâl etmek için inşa edilen katlı apartmanlar 41 canın yitip gitmesine sebep olmuştu. İzmir’de şehit olan kahraman polis memuru Fethi Sekin’in adını alan Elazığ Şehir Hastanesi ise adeta doğrunun ne kadar önemli olduğunu haykırıyordu. Hastane inşa edilirken 9 şiddetindeki depreme bile dayanıklı olacak şekilde 827 izolatör ve sismik sensörler yerleştirilmişti. 6,8’lik deprem üst katlarda hissedilmemişti bile. Sismik sensörler sayesinde elektrik ve dogalgaz akışı kesilmemiş hastane başhekiminin söylediğine göre o an ameliyatta olan hastaların herhangi bir sorunla karşılaşmadan tedavilerine devam edilmişti.
Demek ki istenildiğinde depremle mücadelede başarılı olunabiliyordu. Türkiye de Japonya gibi şiddetli depremleri sıradanlaştırabiliyordu. Bu sistemin tüm Türkiye’ye entegre edilmemesi için hiçbir sebep yok. Ahmet Mete Işıkara “deprem öldürmez, bina öldürür” derken tam da bunu kastetmişti. 6,8’lik deprem eski binaları yer ile yeksan ederken, doğru teknikle inşa edilen binaları teğet geçmişti.
Deprem kuşağında yer alan ülkemizde, tüm depremlerin teğet geçmesi niyazıyla!