16 Nisan’da yapılacak anayasa referandumu neredeyse genelde bütün Batı ülkelerini özel de Avrupa’yı sarmış durumda. Tarihten gelen bagajlarla Batı’da-Avrupa’da hep bir İslam ve Türk korkusu-karşıtlığı vardı. Bunun kökleri İslam’ın zuhuru yıllarına kadar gider.
Nitekim Avrupa’da “Türk korkusu” İstanbul’un fethinden sonra oluşmakla birlikte, özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda yerleşik hale gelen ve bütün Avrupa’yı saran bir korku. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet ile Osmanlı’nın sınırını Viyana kapılarına dayandıran Kanuni Sultan Süleyman döneminde bu korkunun zirve yaptığını tarihi kayıtlardan biliyoruz. Dolayısıyla bu iki padişah, Avrupalı zihinlerde etkisi bugüne kadar devam eden travmalara sebep olmuş padişahlar. Batıda (günümüzde biraz da diktatörlüğü ima eder tarzda kullanılan) “sultan” ifadesi genelde bu iki padişaha atıf yapar.
İtalyanların korkunç bir şeyi ifade etmek ya da çocuklarını korkutmak için kullandığı “Mamma li Turchi!” (Anneciğim! Türkler [geliyor]) ifadesi de bu korku ve travmanın çarpıcı bir dışavurumu.
Türkler, Tanrı’nın Avrupa’ya cezası
Yine dönemin belli başlı filozof, din adamı ve yazarlarında Türk korkusu işlenmiş ve Türklere karşı savaştan ve topyekûn mücadeleden söz edilmiş. Voltaire, Erasmus, John Calvin, Martin Luther gibi yazar, din adamı ve filozofların Türk karşıtı kitaplar yazması, söylemleri ve eylemleriyle toplumlarını Türklerle savaşmaya çağırmaları bunun bir göstergesi olsa gerek. Mesela, Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in “Türklerle Savaş Hakkında” ve “Türklere Karşı Ordu Vaazı” isimli iki kitabı vardır. Tıpkı, AB’nin üniversite öğrenci değişim programına ismini veren Desiderius Erasmus’un aslında Türk ve İslam karşıtı Hollandalı bir filozof-teolog olması gibi. Dönemin düşünürleri, teolojik olarak, Türklerin Tanrı’nın kendilerine yönelik bir cezası olduğu anlayışını, Avrupalı zihinlere kazımaya çalışmıştır.
Bu bağlamda, Batının dinî ve fikrî zihin kodlarının oluşumunda etkili olmuş şahsiyetlerin pek çoğunun Türkofobik ve aynı zamanda İslam karşıtı olmalarının, bu fikirleri işleyen kitaplar kaleme almalarının, günümüzdeki Türkofobi/Erdoğanfobinin yükselişinde önemli bir arka plan etkisine sahip olduğu yadsınamaz bir gerçek. Bugün Avrupa ve Batı medyasında yer alan bazı analizlerde, Erdoğan’ın Fatih’e ve Kanuni’ye atıf yapılarak “sultan” olarak sunulmasında da bu tarihi arka plan var.
Tarihin tekerrürü ya da “Mamma li Türkiye-Erdoğan”
Tarihin tekerrürden ibaret olduğu söylemine karşı Mehmet Akif merhum “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” demişti. Ancak son dönemde Avrupa’daki Türk korkusu ve karşıtlığında tarihin tekerrür ettiği de son derece açık. Bu tekerrürün daha ziyade “Erdoğan korkusu” olarak tezahür ettiği de görülüyor. Amerika ve Avrupa ülkelerinde, Türkiye ve Erdoğan’la ilgili hemen her gün yayımlanan hiçbir haber-analiz ya da televizyon programı yok ki Erdoğan’ı “diktatör” olmakla suçlamasın. Hatta sıradan insanlarla konuşurken bile, Türkiye söz konusu olduğunda, Erdoğan’ın bir “diktatör” olduğu yönünde imalar ve suçlamalar görülebilir.
İnsan topluluklarının olgular karşısındaki tavırlarını inceleyen Walker Connor’un “İnsanların davranışlarını gerçeğin ne olduğu değil, insanların olgular hakkındaki inançları ve algıları tayin eder” sözünü haklı çıkaracak şekilde, maalesef Türkiye ve Erdoğan’la alakalı kanaatleri, üretilen imajlar belirliyor. Üretilen bu imajlar da gerçekleri örtüp onun önüne geçebiliyor. Bu durumda imajlar zihinleri adeta işgal ediyor ve o imajın gerisindeki gerçek alabildiğine sahipsiz kalıyor.
Geçmişte öncelikle askerî, sonra da dinî sebeplerle oluşturulan Türklere yönelik korku temelli bu imaj, Batılı zihinlerin arka planında hâlâ duruyor ve Türkiye ve Erdoğan söz konusu olduğunda refleksif olarak canlanıp dışa vuruyor. Bu açıdan, tarihin tekerrür ettiğinde kuşku yok: Farklı olan ise yalnızca şahıslar, dekor ve yöntemlerdeki değişiklikler.
Bu korkunun modern-post modern dönemi yaşadığımız bugünlerde güncel versiyonları ve yeni motivasyonlarıyla alabildiğine tekerrür ettiğine şahitlik ediyoruz. Ancak tarihle bugün arasındaki en önemli fark, Avrupa’daki korku anlamında literatüre birbiri ile sıkı bağlantılı iki ayrı korkunun daha eklenmiş olması:
“Erdoğanfobi” ve “Referandumfobi”
Farklı yazılarımda atıf yaptığım ancak henüz literatüre girmemiş olan bu iki korku, en son Hollanda-Rotterdam’da Aile Bakanımız Fatma Betül Sayan şahsında Türklere yapılan akıldışı-histerik muamele ile bir kez daha iyice belirginleşti ve adeta modern versiyonlarıyla tarih tekerrür etti. Bilhassa bu olay sonrasında Hollanda ve Avrupa medyasında Cumhurbaşkanımız Erdoğan hedef alınarak sürekli menfi propaganda yapıldı, “diktatörlük” suçlaması daima ısıtıldı. Referandum ile Türkiye’nin “bir diktatörlük olacağı”na dair algı operasyonları yapıldı, yapılıyor. Buradan hareketle rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bir müddetten bu yana Avrupa’da 16 Nisan referandumu en önemli gündemi oluşturdu, oluşturuyor. 15 Mart’ta yapılan Hollanda parlamento seçimlerinin bile en önemli gündemlerinden biri, Türkiye, Erdoğan ve referandum oldu.
Avrupa Türkiye’ye muhtaç olmaktan korkuyor
“Neden 16 Nisan referandumu Avrupa’yı bu denli ilgilendiriyor?” şeklinde bir soru sorabiliriz. Bu soruya ülkelere ve bakış açılarına göre pek çok cevap verilebilir. Ancak son “12 Mart Rotterdam olayı”nı da kapsayacak şekilde, bu söylediğimizin en önemli nedeni, güçlü liderlik ve istikrarlı bir yönetime kavuşan Türkiye’nin önlenemez yükselişi, Batı’dan ve AB’den bağımsız politika geliştirmesi, uluslararası olaylara müdahil olabilme kabiliyetinin her geçen gün artması, hinterlandındaki ve dünyadaki olaylarda pro-aktif siyaset izlemeye çalışması, yurtdışında yaşayan vatandaşları-soydaşları ile yakından ilgilenen kurum ve kuruluşlarını kurarak bir diaspora siyasetini hayata geçirmeye çalışmasıdır. Ayrıca “nüfus”unu nitelikli hale getirerek “nüfuz”lu olma yolunda ilerleyen ve dolayısıyla Avrupa’nın yaşlanmasını da hesap edersek, yakın gelecekte Avrupa’nın Türkiye’ye muhtaç olacağı bir Türkiye, Avrupa’da önemli bir korku kaynağı olsa gerektir.
16 Nisan referandumu ile bu yükselişin çok daha hızlı seyredeceği ve Türkiye’nin bileğinin bükülemez hale geleceği endişesi-korkusu medyadaki haber-analizlerde öne çıkıyor. Nitekim Rotterdam olayları akabinde, bu “bilek güreşi” metaforu bazı Hollanda gazetelerinde de yer aldı. Bu anlamda manipüle edilemeyen, yönlendirilemeyen ve hatta yeni bir dünya düzenine yol alındığı günümüz reel politiğinde Rusya ile ikili ilişkilerini güçlendirmiş güçlü bir Türkiye, AB’nin ve onun motor gücü olan Almanya’nın kâbusudur. 15 Temmuz sonrası FETÖ ve PKK mensuplarının da etkisiyle Türkofobinin ve Erdoğanfobinin iyice tavan yaptığı, Türkiye, Türkler ve Erdoğan üzerinden prim yapma çabalarının görüldüğü Hollanda’daki basiretten yoksun siyasetçiler eliyle böyle bir noktaya gelinmiştir. 15 Mart seçimlerine gidilen atmosferde de bu durum çok daha belirginleşmiştir.
Türkiye’ye bağlı Türk istemiyorlar
Bu korkunun önemli nedenlerinden bir diğeri de, yukarıda da değindiğimiz üzere, Avrupa’da özellikle Almanya, Hollanda, Avusturya, İsviçre, Belçika gibi ülkelerde yoğun olarak yaşayan Türklerin, son tahlilde yaşadıkları ülkeye mi yoksa Türkiye’ye mi bağlı olduğuna dair tartışmalar olsa gerek. Aidiyet-sadakat tartışmaları ile yakın ilgisi bulunan bu olgu, aslında entegrasyon-asimilasyon tartışmalarının en kritik noktasını oluşturuyor. Buna göre ilgili Avrupa ülkeleri özellikle Türkiye’nin ve Erdoğan’ın bu Türklerle, eskiye nazaran çok daha yakından ilgilenmesi ile korkuya kapılmışlar. Dolayısıyla karar vericiler, ülkelerinde yaşayan Türkleri yüzde 100 Avrupalı, Alman veya Hollandalı görmek istiyor ki, bunun asimilasyona eğilimli entegrasyon anlayışı olduğu açıktır. Dolayısıyla Türkiye’nin sınırları dışında yaşayan Türklere yönelik kurumlarından büyük rahatsızlık duyuyor ve seçim kampanyalarının da bu sadakate engel teşkil ettiğini, Türkiye’ye bağlılığı arttırdığını düşünüyorlar. Nitekim Hollanda Başbakanı Rutte Rotterdam olayları sonrasında, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın Hollanda’daki Türklerden “vatandaşlarımız” diye söz etmesinden duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade etti. Ancak esasen bu tür itici-incitici, exclusivist-dışlayıcı söylem ve eylemlerin Türklerin Avrupa’da bulundukları ülkeye sadakatinde önemli bir aşınmaya yol açacağı nedense hiç düşünülmüyor.
FETÖ’nün korkuları beslemedeki rolü
16 Nisan referandum korkusunun en önemli saiklerinden biri de, hiç şüphesiz 1 Kasım seçimlerinde AK Parti’nin Almanya, Hollanda, Avusturya –veya genelde yurtdışında- gibi ülkelerde Türkiye ortalamasının çok üzerinde oy alması ve dolayısıyla referandumda da bu oyların büyük oranda “evet” yönünde olacağına olan kanaattir. Bu sebeple Avrupa’da Erdoğan karşıtı kampanyalar destekleniyor, referandumda “hayır” çıkmasına destek veriliyor, bu yöndeki konuşmacıların önü açılıyor, çarşaf çarşaf Avrupa gazetelerinde boy gösteriyor, haber-analizlere konu yapılıyorlar. Buna karşılık “evet” kampanyası için salonlar iptal edilip Bakanların ülkelere girişi yasaklanması bir yana, medyada algı operasyonları da yapılıyor. Ne var ki bütün bu engelleme faaliyetlerinin Avrupa’daki Türkler arasında, 16 Nisan’daki referandumda ‘evet’ oylarını önemli oranda arttırdığı-arttıracağı söylenebilir ki, şahsi gözlemlerimiz de bu yöndedir.
Bu arada son bir önemli sebep olarak, 15 Temmuz’da Türkiye ve Erdoğan’a olan ihaneti iyice gün yüzüne çıkan ve artık diasporada ayrı bir mezhep ve hatta bir “din”e dönüşmeye başlayan FETÖ mensuplarının “Türkiye ve Erdoğan korkusu”nu beslemedeki rollerini de belirtmek gerekir. Almanya, Hollanda ve Avusturya’da alabildiğine etkili olan bu esoterik-batıni, oryantalistik devşirme yapı, ilgili ülkelerce Türkiye ve özellikle de Cumhurbaşkanımız Erdoğan korkusu ve karşıtlığını alabildiğine körüklüyor, aleyhte bilgi servis ediyorlar. Tabiatıyla bu tür yapıları kullanmak, şimdilik Batı-Avrupa ülkelerinin alabildiğine işine geliyor.