Almanya’da 1987 yılında kurulmuş bir dernek var. Açılımı “Taşınır ve taşınmaz açık veri paylaşımını destekleme derneği” olan uzun, bıktırıcı bir isme sahipti ve derneği kuranlar kısaca FoeBud demeyi tercih ettiler. Gelgelelim, aradan bir çeyrek asır geçti. Baktılar ki derneğin ismi ülkede alay konusu olmaktan bir türlü kurtulamıyor, yeni bir hamle, yeni bir soluktur deyip isim değişikliğine gittiler. Yeni isim “Digital courage” oldu. Dijital cesaret anlamına geliyor. Neyin cesareti bu dememek lazım. Medyatik bir ödüle evsahipliği yapıyorlar sonuçta. Yeni milenyumla birlikte, 2000 yılından bu yana her yıl verilen bu ödülün adı Big Brother. George Orwell’in 1984 romanından mülhem, bireyin özel hayatına zarar veren, üçüncü şahısların mahrem bilgilerine erişim sağlayan kişi ve kurumları hedef alan, negatif anlamda bir ödül bu. Ödülü kazananlar onore filan olmuyorlar. Aksine yerilmiş, hicvedilmiş, hedef tahtası olarak seçilmiş oluyorlar.
Partiler üstü Türk nefreti
Kimlere gitmiş bu ödül? Örneğin, NSA ile yaşanan dinleme skandalında Almanya’yı aşağılayan pasif tutumu nedeniyle 2014 yılında Angela Merkel’e. Bu yıl da toplam altı kişi ve kurum hedef tahtasında. Bunlardan birisi yine Alman bir politikacı, savunma bakanı Ursula von der Leyen. Derneğin, Alman politikacıların veri güvenliği konusundaki umursamaz tavırlarını hedef almasında şaşılacak bir durum yok. Politik olarak Yeşiller Partisi’ne yakın duran bir ismin, Rena Tangens’in derneği sonuçta “Digital courage”. Merkel ve ekibini hedef alması sürpriz sayılmamalı. Amerikalıların adına “bipartizanship / partiler üstülük” dediği, Batı âleminde mebzul olup bizde pek rastlanmayan bir tür “üst politika” uyguluyor olması da şaşırtıcı değil. Nasıl yapıyor bunu? İşin içine, altı kişilik listeye, bir şekilde Diyanet İşleri Türk İslam Birliği, kısa adıyla DİTİB’in adını karıştırarak.
28 Nisan hiç yaşanmamış sanki
Peki, DİTİB Big Brother ödülünü haketmek için ne yapmış? Jürinin gerekçesine bakılırsa “DİTİB’e bağlı bazı imamlar, Almanya’daki Gülen sempatizanları ile Türk hükümetine muhalif kişileri Türkiye’ye ihbar ediyor”muş. Alman medyası tarafından sürekli gündemde tutulan casusluk suçlamasını tekrar tekrar ısıtıp tedavüle sokma görevini bu defa Rena Tangens’in derneği devralmış görünüyor. İnsan haklarına saygıdan, kişisel güvenlikten, mahremiyetten filan bahseden bu hümanist STK’nın 5 Mayıs 2017 günü DİTİB aleyhine karar alırken 28 Nisan’ı görmezden gelmesi Batı dünyasında sıkça rastlanan bir ikiyüzlülük. Big Brother ödül töreninin bir hafta öncesine, 28 Nisan’a, İsviçre sınırındaki Weil kasabasına gidelim. Friedling camisine atılan 5 adet Molotof kokteyli ve kundaklama girişimi var. Bir de şöyle bir gerçek: Bütün bu olanları üç maymunu oynayarak geçiştiren tüm Alman medyasının “Big Brother DİTİB’e verildi” haberiyle neredeyse zil takıp oynayacak olması. Sadece onlar mı? Ülkemizdeki gayrı-milli yandaşları da. Oysa kundaklanmak istenen binada bir aile yaşıyordu. Sahi, kimin umrunda?
Kim tutacak bu çeteleyi?
Medyanın görmediği sadece Friedling Camisi vakası değil. Son haftalarda peşpeşe yaşanan dehşet dolu anları sadece yaşayanlar biliyor. Almanlar bizim işlemediğimiz suçlar için çetele tutarken bu dehşet dolu zamanların çetelesini kim tutacak? Bu da bizim sorumluluğumuz. Bir fotoğraf on parçaya bölündüğünde resmin bütününü algılamaktan uzaklaşır ve sadece elimizdeki parçanın bize gösterdiğiyle yetinmek zorunda kalırsak, gurbette can emniyetinden mahrum yaşayanları anlayabilmek için de resmin bütününü görmek gerekiyor. DİTİB’in feryadına kulak verelim.
“Son haftalarda DİTİB camilerine Rottweil’da (gamalı haç çizilmesi ve İngilizce olarak “Hepiniz öleceksiniz!” – You all will die! yazılması) ve Leipzig’de gerçekleştirilen saldırılardan sonra dün Wesseling’de vandalizm sonucu DİTİB camiinin giriş kapısı ve bir kaç camın hasar görmesi ve son olarak bu güncel kundaklama, yeni bir gerginlik seviyesini göstermektedir. Bunun önüne ivedilikle ve behemehâl geçilmelidir.
Aşırı sağ, sol veya PKK terör örgütlerince yapılan çeşitli saldırılar insanlarımızı ve cami cemaatimizi endişe ve korkuya sevk etmekte ve içlerine kapanmalarına sebep olmaktadır. Olayda can kaybı yaşanmaması ve sadece maddi hasar oluşması tek tesellimiz olmakla beraber din görevlimiz ve ailesinin olay esnasında binada bulunmaları gerçeğinin gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Bu tür saldırılarla failler bilerek cana kast etmektedirler.”
Sahi, müttefik miyiz?
Bir ülkede tankı, topu hatta savaş uçağıyla kendi halkının üzerine saldırıp darbe niyetine katliam yapan bir örgütün mensuplarına kucak açan sözde demokrasi havarilerinin cemaziyelevvellerini iyi biliriz. Aynı savaşta güya omuz omuza savaştığımız zamanlarda yaptıkları hainlikleri de. Rahmetli Mehmet Akif’in dehşet içinde tanık olduğu hadiseye gidelim. I. Dünya Savaşı’nın en hararetli günlerinde Akif Viyana’dadır. Kaldığı otel odasında müthiş bir gürültü ile uyanır. Aşağı inerek resepsiyon görevlisine neler olup bittiğini sorar. Öğrenir ki, Viyana ahalisi Kudüs’ün İngiliz tarafından ele geçirilmesini kutlamaktadır. Şaşırır, resepsiyon görevlisine “İyi ama, Kudüs bizim elimizdeydi. Biz de sizinle müttefiğiz. İngilizler bizim ortak düşmanımız değil mi?” diye sorar. Aldığı cevap ortalama bir Batılı bireyin halen geçerli görüşünü yansıtacaktır. Görevli der ki: “Evet, müttefiğiz ama neticede Kudüs Müslümanların elinden kurtulup yeniden Hristiyanların eline geçmiş olmadı mı? İşte buna seviniyoruz.” Akif afallar. Gözleri dolar, hıçkırıklar boğazında düğümlenir. Ve şöyle der? “Batı’nın bize dostluğu böyle. Allahım düşmanlıklarından sen bizi koru!”