Abu Dabi’de bir “hoşgörü” kürsüsü

El- Ezher Şeyhi Ahmed el Tayeb ve Papa Prancis’in, Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir araya gelip aşırılık ve radikalliğe karşı mücadele için anlaşma imzalamaları gözleri Körfez’e çevirdi. Peki bu anlaşma ne anlama geliyor? El Ezher’in köklü geçmişi de düşünüldüğünde anlaşmanın ismi oldukça ilginç görünüyor: “İnsanî Kardeşlik Anlaşması” Bu anlaşmanın temel mottosu aslında âşina olduğumuz dinlerarası diyaloğun yeni bir tepside sunulmasından ibaret. Anlaşmayı ilginç kılan ise Alman İslamı, İngiliz İslamı gibi Avrupa Müslümanlarının Batı değerlerine entegre edilmesi çabalarının akabinde gerçekleşmesi. Zaten Ezher Şeyhi’nin konuşmasında dikkat çeken iki husus var: Ortadoğu’daki Hristiyanların korunması, Batıdaki Müslümanların uyum sorunları. Peki ya Müslümanların hiç alacağı yok mu Batıdan? Yapılan görüşmenin ana başlıklarına bakılırsa Müslümanlar hem borçlu hem suçlu.
Biraz hafızamızı yoklayalım. Daha önce İslamın ılımlılaştırılması örgütler eliyle yürütülmüş, ancak çabalar olumsuz sonuç vermişti. Anlaşılan o ki bu kez ciddi kurumlar üzerinden yeniden dolaşıma sokuluyor bu bilindik hikâye. Dinlerarası diyalogun sunuculuğunu yapan örgütlerin İslam ülkelerinde güven kaybetmesi sonrası, aynı proje Suudi Arabistan’da reformist bir yaklaşımla dizayn edilmişti. Bu çerçevede Vahhabiliğin direncini kırmaya yönelik kimi girişimler olmuşsa da daha sonra Suudi Arabistan’ın kadın hakları, insan hakları gibi meselelerde hayli kabarık sicili, bütün imaj çalışmalarına rağmen yaldızların dökülmesiyle son buldu.

BAE hoşgörünün merkezi olabilir mi

Körfez bölgesinde İslamî Hareketlere karşı sert tutuma sahip Birleşik Arap Emirlikleri, bu “seyreltilmiş İslam” fikrine ev sahipliği yapmaya aslında dünden hazırdı. BAE, özellikle Arap ayaklanmaları sürecinde yürüttüğü propagandayla birlikte otoriter devletlerle uyumlu bir İslamî söylemin finansörlüğünü yaptı. Birleşik Arap Emirlikleri’nin en güçlü emirliği olan Abu Dabi’nin Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in, Ortadoğu ve Afrika’da özellikle Müslüman Kardeşlere karşı hem diplomatik ilişkiler hem de medya kanallarıyla ciddi bir baskı uyguladığı biliniyor. Prens, Mısır’daki askeri darbeye verdiği destekle paralel olarak Mağrip ülkelerinde de muhalefetteki Müslüman Kardeşlere karşı siyaset sahasının kapatılması için yöneticilere baskı yapıyor. Hülasa, BAE’nin İslamî hareketlere karşı mücadele etmekte en az Suudi Arabistan kadar hevesli olduğunu hatırda tutmak gerekir. Prens Muhammed bin Zayid’in bu tutumunun siyasal arka planında hem bu tür örgütleri kendi otoritesi için bir tehdit olarak görmesi hem de Suud Prensi Muhammed bin Selman ile birlikte Körfez’deki en ciddi rakibi Katar’a karşı yürüttükleri politikaları bulunuyor. İhvanül Müslimin başta olmak üzere siyasal İslamî hareketlerin Katar tarafından finanse edildiği düşüncesi, bu iki prensin siyasal İslam karşıtlığının dozunu arttırdı. Örnek vermek gerekirse Emirlikler’de Katar’a sempati duymak bile ciddi cezalar gerektiren bir suç. Yani bugünün koşullarında Papa’nın radikallik ile mücadele vaazı verebileceği en şatafatlı kürsünün Abu Dabi’de kurulması şaşırtıcı değil ama bana öyle geliyor ki süslü diyalogcu cümlelerin arasına serpiştirilmiş “hoşgörü” kavramı için komşusu Katar’a öfke dolu politikalar yürüten bu Prens’in payitahtı ikna edici bir minber değil.

Katolik Papa- Reformist El Ezher Şeyhi teröre çare bulabilir mi

Tekrar Papa Francis’in Birleşik Arap Emirlikleri’ne gerçekleştirdiği ziyarete dönecek olursak, bir Körfez ülkesini ziyaret eden ilk Papa olması sebebiyle oldukça dikkat çekici. Katolik Kilisesi adına daha önce birçok Arap ülkesine Papa düzeyinde ziyaretler gerçekleşmişse de bu ziyareti anlamlı kılan Arap Dünyasında farklı tonlarda olsa da yeniden yükselen “Dinde yenileşme” tartışmalarının hemen akabinde gerçekleşmiş olması. Yine ziyaret her ne kadar BAE’ye yapılmış olsa da El Ezher Şeyhi Ahmed el Tayeb’in de Mısır’dan kalkıp Abu Dabi’ye gitmesi ve Papa ile oldukça samimi görüntüler vermesi, akla Emirliklerin himayesinde ve El Ezher’in eliyle yürütülen yeni bir projenin olduğunu düşündürüyor. Özellikle uzun süredir Mısır gündeminde tartışılan bu dinde yenileşme meselesi ile ilgili Şeyh el Tayeb’in ziyaret öncesi yayınlanan makalesi de dikkatle okunduğunda bu dinde yenileşmenin Müslümanların problemlerine ve çağın ihtiyaçlarına yönelik masum bir çaba olmaktan çok İslam’ın “cihat, hilafet, tekfir” gibi siyasi içeriğe sahip kavramlarını yumuşatma ve Arap yöneticilerin beklentilerine uygun bir İslam inancının oluşturulma kaygısı göze çarpmakta. Radikalleşmenin temel sebeplerini salt dini kavramlarda arayan bu yaklaşım, yöneticilerin ceberut uygulamalarının bu radikalleşmeye etkisini es geçtiği için eleştiriyi hak ediyor. Terör dediğimiz olgunun dini dayanaklarını kurutmaya yönelik iki dini liderin el sıkışmasından daha doğal ne olabilir, diyenler olabilir. Ancak daha önceki dinlerarası diyalog girişimlerinin terörün dini referanslarını yok etmekten çok sinir uçları alınmış, tepkisiz, kullanışlı ve pasif Müslüman modeli yarattığını ve bunun sonuçları açısından bakıldığında terörle mücadeleye dikkate değer bir katkı da sunmadığını hatırlatmak isterim. Ayrıca bu dinde reform çalışmalarının dini mercilerden önce Mısır’ın darbe ile iş başına gelen yöneticisi Abdülfettah el-Sisi tarafından gündeme getirilmiş olması da El Ezher’in bağımsız bir kurum olarak böyle bir diyalogu iyi niyetle yürütemeyeceğini düşündürüyor. Sonuç olarak Müslüman topraklarına bir tümör gibi yerleşen dini referanslı terör örgütlerine karşı mücadelenin, daha önce denenmiş harici yöntemlerle olmaması gerektiğini düşünenlerin, bu yeniden yükselen dinlerarası diyalog trendine mesafeli ve eleştirel olması pek de şaşırtıcı değil.

Benzer konular