Şâh-ı zinde (şâh-ı zend), yaşayan sultan demek.
Şah / sultan ise, saltanat / hüküm sahibinden mecaz olarak, hayatın çeşitli alanlarında halkın sevgisine mazhar olan zat(lar) demek.
Hz. Kusem (ra), bunlardan biri; ömrünün son yıllarında Semerkand şehrinde mukim olarak, Türkistan diyarındaki gönüllere sultan olmuş bir sahabe.
Muhatap olduğu sevgiler, dizginlenemez bir muhabbete dönüşünce başlamış Hz. Kusem’in hikayesi aslında; rivayetten menkıbeye, menkıbeden efsaneye yayılarak, kendi gerçekliğini aşan bir kutsiyete evrilmiş gide gide. Hakkındaki gerçek ile hayâlî olanın izleri birbirine karışmış zamanla; türbesinin cami ve diğer mezarlarla desteklenerek büyütülmesinde olduğu gibi, hatırası da yeni efsanelerle büyütülmüş dağ dağ…
Adı bile, Şâh-ı Zinde sıfatının gölgesinde kalarak, kimilerine göre, daha yaşarken maruz kaldığı şiddetli muhabbetten nefsini koruyabilmek için, çekildiği mağarada sır olmuş; kimilerine göre kafirlerin, namazını kılarken kestikleri başını ellerine alarak mezar gibi bir geçitte kaybolmuş. Her iki durumda da asla ölmemiş; Hz. Hızır’ın yoldaşı olarak halk içinde Hakk’ın rızasıyla Şâh-ı Zinde / yaşayan sultan namında sürdürmüş hayatını.
Yine derler ki kimileri, Timur Şah, Hz. Kusem hakkındaki gerçeği ortaya çıkarmak için bir askerini görevlendirmiş. Hazretin kaybolduğu mezara inen asker, orada gördükleriyle aklını kaçırayazmış: Cennet bahçelerinden bir bahçede bulmuş kendisini, diğer Şâh-ı Zindelerin arasında gezinerek aramış bir süre Hz. Kusem’i ve sonunda bulmuş. Onun tepkisine muhatap olmuş ilkin, çünkü dışarıya çıktığında onu gördüğünü söylerse kendisinin ve kendisinden doğacak sonraki nesillerin kör olacağını, yine bu bilgiyi Şah Timur’a söylerse onun da ecelinin yakınlaşacağını üzülerek söylemiş hazret.
Oradan yerin üstüne tekrar çıkan asker, söylenenlerin gerçekleşmesinden korkarak ordugaha gitmemiş, kaçıp durmuş ayrıca Timur Şah’ın otağından. Yine de sırrının faş olmasını önleyememiş; Timur Şah’ın görevlendirdiği askerlerin kollarında otağa götürülerek Timur Şah’ın huzuruna çıkartılmış. “Gördüklerimi anlatırsam hem benim hem de sizin hakkınızda kötü şeyler olacak şahım, lütfen kulunuzu bağışlayın” diye yalvardıysa da gerçeği ortaya çıkarmada kararlı olan Timur Şah’a kâr etmemiş yalvarmaları; çâresiz, anlatmış sonunda anlatabileceklerini. Derler ki, daha o gün kendisi (gelecekte nesillerine sirayet edecek şekilde) kör olmuş, üç vakit sonra da eceli erişmiş Timur Şah’a.
EFSANEDEN GERÇEĞE
Hz. Kusem’ın türbesi, bugünkü Semerkand’ın kuzeyinde Efrâsiyâb Tepesi’ndedir. Daha oraya çıkan merdivenlerde başlar hakkındaki onlarca hurafenin ilki:
Çıkarken sayılır da merdivenler, çift rakamda tamamlanırsa, sayan için dünya ve ahiret müjdeleri var demektir; yok tek rakamda tamamlanırsa, sayanın durumu “yandı gülüm keten helvadır”.
Halkın şiddetli muhabbeti yüzünden onca efsanenin, hurafenin muhatabı olan Hz. Kusem, gerçekte kimdir:
O, gerçekte, Hz. Peygamber’in (sav) amcası Abbas’ın oğludur.
Tam adı, Kusem b. el-Abbâs b. Abdilmüttalib el-Hâşimî’dir; vefat yılı ise hicri 57, miladi 676’dır.
Abdülhalik Bakır tarafından TDV Diyanet Ansikopedisi’ne hakkında yazılan maddeye göre, Annesi Ümmü’l-Fazl Lübâbe bint Hâris el-Hilâliyye, Hz. Hatice’den sonra Müslüman olan ilk kadın olup Resûl-i Ekrem’in hanımlarından Meymûne’nin kız kardeşidir.
Resûlullah kendisine benzetilen Kusem’i arkadaşlarıyla oynarken görmüş ve bineğinin arkasına bindirmiştir.
Kusem, Hz. Peygamber’in naaşı yıkanırken hazır bulunmuş, naaşını sağa sola çevirmiş, Resûlullah’ı kabrine yerleştirmiş ve kabirden en son o çıkmıştır. Bu sebeple Resûl-i Ekrem’e en son dokunan kişi olarak tanınır.
Aynı zamanda Hz. Hüseyin’in sütkardeşidir.
Hz. Peygamber’den ve babasından, ayrıca kardeşi Fazl ve Talha b. Ubeydullah’tan hadis rivayet etmiş, kendisinden Hânî b. Hânî, Abdülmelik b. Muhammed b. Amr ve Ebû İshak es-Sebîî rivayette bulunmuştur.
Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde Mekke valiliğine tayin edilen Kusem, onun ölümüne kadar bu görevini sürdürmüştür. Mekke’deki idarî görevleri yanında hac emirliği yapmış ve fetvalar vermiştir.
Muaviye’nin Yezîd b. Şecre er-Ruhâvî’yi hac emîri olarak tayin etmesine muhalefet etmiş, Yezîd b. Muâviye onun muhalefetini kırmak için ordusuyla Mekke’yi zapt etmiştir. Buna rağmen, itiraz ettiği şahsın hac emiri olmasını engelleyen Kusem, Ebû Saîd el-Hudrî’nin de desteğiyle hac emirliğine Şeybe b. Osman’ın getirilmesini sağlamıştır.
Valiliğinden sonra Kusem’e fetih / sefer yolu açılmış, önce Horasan Valisi Saîd b. Osman b. Affân’ın kumandasında Horasan civarındaki fetihlere katılmıştır.
Savaşta gösterdiği kahramanlık karşılığında ganimetten bin hisse ayrılması teklif edildiyse de, ganimetlerin beşe taksim edilip diğer kişilerin hakları verildikten sonra kendisine pay ayrılması gerektiğini belirtmiştir.
Horasan fetihlerinden sonra, Saîd b. Osman’la birlikte Semerkant seferine katılmış (56/675) ve Semerkant’ta şehid olmuştur. Merv’de vefat ettiği de belirtilmiş ancak Semerkand’taki mezarı zamanla ziyaretgâh haline gelmiş, etrafına cami ve medrese yapılmış, Merv ise zikredilmez olmuştur.
1. KUSEM MEZARINDAN ŞAH-I ZİNDE KÜLLİYESİNE
Hz. Kusem’in Semerkand’daki mezarına, Bâbürler devrinde “Mezarşah” da denmesine rağmen, o Müslümanların gönlünde Şâh-ı Zinde olarak varlığını sürdürmüştür.
Yine TDV Diyanet Ansiklopedisi’ndeki, A. Engin Beksaç’ın kaleme aldığı Şâh-ı Zinde maddesinde, bir dizi yapılar topluluğundan oluşan türbenin, Mecmûa-i (Gûristân-ı / Kabristân-ı / Ârâmgâh-ı) Şâh-ı Zinde (Şâh-ı Zend) şeklinde adlandırıldığı belirtilmekte ve hakkında şu bilgiler verilmektedir:
-Cengiz Han kumandasındaki Moğollar, birçok yeri olduğu gibi, Semerkant şehriyle birlikte mezarlık ve mezarlıktaki türbeleri de temellerine kadar yıktıklarından, Şâh-ı Zinde de bundan büyük oranda zarar görmüştür (1220)
– Şâh-ı Zinde mescidi ve türbesi 1335’te yeniden ihya edilmiş, daha sonraki yıllarda tâdilat ve tamirleri sürmüştür.
-1360’lı yıllardan itibaren mezarlık alanı olarak tercih edilen ve mübarek alan özelliğini kazanan bölge, önemli bir imar faaliyetine sahne olmaya başlamıştır. XV. yüzyıl boyunca devam eden bu faaliyet Timur ve Uluğ Bey devirlerinde doruğa ulaşmasına rağmen XIX. yüzyılda yapılan tamir, tâdilat ve ilâvelerle sürmüştür.
-Bugün külliyeye güney tarafında Uluğ Bey’in yaptırdığı âbidevî taçkapıdan (dervâze, 1434) geçilerek girilmektedir. Girişin yanlarında bulunan binalar günümüzde müze şeklinde kullanılmakta olup esasında mescid, dergâh ve medrese gibi bölümlerden meydana gelmiştir.
-Doğu tarafındaki Devlet Kuşbek Medresesi 1813 tarihli bir bina iken batıdaki bölümler Uluğ Bey devrinden kalmadır. Uluğ Bey’in, oğlu Abdullah adına inşa ettirdiği bu kısım mescid ve değişik bölümlerden oluşan bir dergâhtır ve âbidevî taçkapıyla aynı zamanda 1435-1436’da yapılmıştır.
-Âbidevî taçkapıdan sonra yer alan binalar dar ve uzun bir sokak etrafında üç kısım halinde teşekkül etmiştir.
-Kusem b. Abbas’a adanmış türbe ve mescidin içinde yer aldığı en üst kısımdaki yapılar arasında külliyenin mevcut en eski tarihli binaları bulunmaktadır. Bunlar: 1350 tarihli Ahmed Türbesi; 1360-1361 tarihli sahibi bilinmeyen bir türbe;1372 tarihli (Timur’un ablası Türkân Aka tarafından kızı Şâd-ı Mülk için inşa ettirilmiş) kare planlı bir Şâd-ı Mülk Aka Türbesi; 1376 tarihli Emîr Hüseyin b. Tuğluk Tekin Türbesi; 1380 tarihli Emîr Burunduk Türbesi; 1385 tarihli Timur’un kız kardeşi Şîrin Bike Aka için yapıldığı anlaşılan kare planlı türbe; 1386 tarihli Emîrzâde Türbesi ve 1405 tarihli Timur’un hanımı Toman Aka tarafından inşa ettirilen bir türbedir.
Külliyesi içindeki bu eserlerle birlikte, Şâh-ı Zinde, “rebab-kebap-şarap medeniyetine” köklü bir itirazdır
Şâh-ı Zinde’nin kendi türbesiyle, mescid ve diğer türbeler, İran tezyinatıyla, yeni gelişip serpilmekte olan bitkisel bezemelerle ve geometrik uygulama zenginliğiyle göz kamaştıran bir sanatsal ihtişama sahiptir.
Bu ihtişamla, Emevi ve Abbasi (hatta Endülüs Emeviliği) yapıları arasındaki en temel fark, Şâh-ı Zinde’de bir saray yapısının ve buna uygun sanatın reddedilmesi suretiyle, ibadet mekanları dahil uhrevi mekanların öne çıkartılmış olmasıdır. Diğer bir söyleyişle Şâh-ı Zinde ile saltanat yapılarındaki gibi cenneti dünyaya indirme amacı değil, dünyadaki uhrevi alanların tezyinat yoluyla cennet ile ilişkilendirilmeleri esas alınmıştır.
Sonraki zamanda “Selçuklu sanatı” olarak Anadolu’ya intikal ettirilecek olan sanat da bu tecrübeye yaslanmakta, İslam zihniyeti gereğince onda yapılan bilinçli eksiltmeler ve taş işçiliği üzerinden sadelikle kalıcılaştırılan yeni maharetler de aynıyla ondan mülhem bulunmaktadır.
Bu yanıyla Şâh-ı Zinde, Türk-İslam sanat damarının ilk ucunu ve bağlamda en yetkin örneğini oluşturmaktadır. Nitekim, İslam Sanat Tarihçisi Robert Hillenbrand da, yapılar topluluğundaki tevhidi böyle okumuştur:
“Timurlu prensleri için bir nekropol olarak tasarlanmışa benzeyen Şah-ı Zinde’de (..) türbeler gelişigüzel bir şekilde değil, külliyeye adını veren azize (sahabeye Ö.L.) doğru törensel bir yol oluşturacak şekilde yerleştirilmiştir. Uzun ve anıtsal boyutlarda bir merdiven, bir beklenti havası yaratır ve hacıların (ziyaretçilerin, Ö.L.) yolun başından itibaren belirli bir güzergah üzerinde bu türbeye doğru yönelmelerini sağlar. Bu, Timurlu mimarisinin büyük boyutlarda düşünme ve mekanın olanaklarını sonuna kadar kullanma yetilerinin açık bir örneğidir. Bu alan tümüyle dekoratif (tezyini, Ö.L.) tekniklerin sergilendiği bir açık hava galerisi gibi tasarlanmıştır.” (İslam Sanatı ve Mimarlığı, Çeviren: Çiğdem Kafescioğlu, Homer Kitabevi, İstanbul 2005)