Asya’dan Avrupa’ya yol alan Türkler her yaşadıkları coğrafyadaki kelimeleri de alarak Türkçeyi zenginleştirirler.
İslam’a girdikten sonra Arapçadan ve asırlarca yurt yaptıkları İran’da Farsçadan çok sayıda kelimeyi Türkçeleştirirler. Bununla da yetinmeyerek Anadolu tebaaları olan Rumlardan “efendi”, “lahana” ve Ermenilerden “pancar” gibi kelimeleri de almaktan imtina etmemişler.
Asya’dan Avrupa’ya yol alan Türkler her yaşadıkları coğrafyadaki kelimeleri de alarak Türkçeyi zenginleştirirler.
İslam’a girdikten sonra Arapçadan ve asırlarca yurt yaptıkları İran’da Farsçadan çok sayıda kelimeyi Türkçeleştirirler. Bununla da yetinmeyerek Anadolu tebaaları olan Rumlardan “efendi”, “lahana” ve Ermenilerden “pancar” gibi kelimeleri de almaktan imtina etmemişler.
Bunun yanı sıra Venediklilerden “tersâne”, Bulgarlardan “dobra” ve diğer Balkan lisanlarından ise “çete” gibi kelimeleri almışız.
Türkler kendinde olsun ya da olmasın iyi ve güzel kelimeleri almaktan hiç gocunmamışlar.
Başka lisanlardan kelime almak hiçbir zaman Cumhuriyet devrindeki gibi bir dayatma veya başkasına benzeme hevesi ile de olmamıştır.
Şimdilerde ise en doğru ifadeyle, Türkçe bir talan ve yozlaşmaya tabi tutulmaktadır. Dindar çevreler yakın geçmişte buna direnirken, şimdi neredeyse hiçbir mukâvemet kalmamıştır.
Artık mukâvemet yerine “direnç”, heves ve taklitçilik yerine “özenti” gibi uydurulmuş kelimeler ya da uydurukçası “sözcük”leri kullanıyoruz.
Bir lisanda kelime ne kadar çok ise orada tefekkür, düşünce, ilim o denli gelişmiş ve zengindir.
Gelişme demişken, sadece bu kelime için terakkî, inkişaf, tekâmül ve neşvünemâ gibi pek çok daha kullanılmayan kelimemiz var.
Son zamanlarda ise hikâye kelimesini unuttuk ve artık pek çoğumuz “öykü” diyor. Bir hadiseyi sırasıyla ve etraflıca anlatma işine “hikâye” denilir. Öykü aynı mânâ için kullanılsa da, bu Türkçeye uydurularak sokulmuştur.
“Anı” da bunun gibi bir kelimedir. Oysa bizim “hâtıra” gibi hatırlamaktan gelen muhteşem bir kelimemiz var.
Yaşanmış şeylerden zihinde kalan, hâfızada yaşamaya devam eden her türlü ize “hâtıra” deriz. Anı ise anmaktan türetilmiş saçma sapan bir şey.
Sizi mânâsız anı ve derinliksiz öykülerden, hoş hâtırat ve güzel hikâyelere çağırıyoruz!
Haftanın suâli
Ecdadımız dünyada bir benzeri dahi olmayan su medeniyeti inşâ etmişti. Bu minvalde, insanlar, hayvanlar ve kurt kuşun su içmesi için dağa-taşa, ıssız yollara ve şehir merkezlerine su hayratı yaptığı herkesin malumudur. Özellikle İstanbul’da ecdat yâdigârı sayısız çeşme var. Hemen her biri birer sanat şaheseri olan bu çeşmelerden ne yazık ki artık su akmıyor. Kimi çöp alanı olarak kullanılıyor, kimi de tinercilerin meskeni… Mesela Sultanahmet Meydanı’ndaki Alman çeşmesi gürül gürül akarken, 3. Ahmet Çeşmesi mahzun mahzun bakıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile bağlı kuruluşu İSKİ’ye soruyoruz: Bu çeşmelerden ne zaman su içebileceğiz? Kurt, kuş, kedi, köpek ne zaman ecdat mirasından istifade edebilecek?