Eskiden posta müvezzilerini güçlü ve çevik oldukları için at eti ile beslenen kavimlerden seçerlermiş. Bilinir ki, insan yediği gıdaların veya hayvanların hasletlerini alır. Bu yüzdendir ki, nebatî gıdalar hilmiyyeti, hayvanî gıdalar ise vahşiyyeti artırır.
Batıyı vahşi kılan unsur, kanlı et yemeleri. Çinlilerin merhametsiz ve kılıktan kılığa girebilme hasletleri de beslenme biçimleri ile doğrudan ilişkili. Domuz yemek insanda nasıl bir değişim meydana getiriyorsa, kurt kuştan sürüngenlere ve yırtıcılara dek uzanan canlıları yemek de yiyen toplumları insanî hasletlerden uzaklaştırır. Vicdan ve merhamet kanallarını dumura uğratır.
Bugün Çin’de yaşanan korona krizi bunun bir parçası mı, yoksa biyolojik savaşın bir neticesi mi henüz bilmiyoruz. Ama bildiğimiz şey, bu tür virüslerin laboratuvar ürünü olduğu. Türkiye gibi ülkeler bu tür gayri insanî işlere tevessül etmese de ABD, Rusya, İsrail ve Çin gibi ülkelerin bunu yaygın bir silah olarak kullandığı kesin. Bazen silah kazaen elinizde patlayıp sizi vurabilir. Çin’deki durum bu olabileceği gibi, dış saldırı da olabilir.
Çin’in meraklı bir ülke olduğu gerçeğini bir yerde hep tutmak gerek. Bu merak Çin’in boyunu da aşmış durumda. Son yarım asra baktığımızda SARS, SADS, MERS, Hanta, Lyme, Batı Nil Virüsü, Lassa Ateşi, Kuş Gribi, Domuz Gribi, Suriye Çocuk Felci, Yeni Şap Hastalığı, Zika, Körfez Savaşı Sendromu, Ebola diye uzayıp giden ve gidecek olan yalanlara eklenen korona masalı artık inandırıcılıklarının tümden yitirilmesine neden oldu.
Asıl mesele şudur ki, bu virüslerin hepsi başta Amerika Devleti olmak üzere batılı şirket ve devletlerce laboratuvarlarda üretilip tescil edilmişlerdir. Zika’nın patenti 1947’de Rockefeller Vakfı’nca alınır. Amerika Devleti bizzat 2007 yılında EBOLA için müracaat edip, 2010 yılında CA2741523A1 numarası ile patentini almış. Korona patenti ise 2014’te Amerikan Pirbright Institute tarafından alınmış.
Buradan hareketle, bu virüslerin insanlığa yöneltilmiş birer biyolojik silah olduğunu söylemek için çok şey bilmeye gerek yok. Öte yandan bu salgınlarla binlerce, on binlerce insanı öldürmek, ülkelerin veya kıtaların ekonomilerini çökertmek hedeflenmiş, ancak kuş gribi, SARS ve EBOLA gibi bazı örnekler dışında istedikleri başarıyı bir türlü elde edememişlerdir. Korona meselesi ise William Engdahl’ın da dediği gibi tam bir muamma. Bunun gerçek bir hastalık mı, panik amaçlı sahte vak’a mı, yoksa yabancı bir operasyonun neticesi mi olduğunu henüz kimse bilmiyor.
Bu yüzden yayılan haberlerin hiçbirinin kıymeti yok. Zira medyanın ezici çoğunluğu başından beri kirli oyuna hizmetten başka bir iş yapmıyor. Medya sanki kötülüğü yayma ve korkuyu beslemekle memur etmiş kendi kendini veya gerçekten de böyle bir görevi var.
Bunun en büyük delili ise itirafların medyada yeterince yer alamaması. Buna, Virolog Dr. Alan Cantwell’in 2003’teki makalesinde, SARS virüsünün kedilerde görülen korona virüsü baz alınarak laboratuvarda üretildiğini yazması ve bunun hemen hiçbir etki uyandırmaması örnek gösterilebilir.
Meselenin bir diğer yönü ise ölenlerin hepsinin Asyalı olması. Kimi çevreler, virüsün on yıllardır Harvard’da Çinlilere ait kanların toplanarak gen haritalarının çıkarıldığı ve Asyalıları öldürmeye yönelik bir virüs geliştirildiği ileri sürüyor. Benzer şekilde Adnan Oktar çetesinin yıllar evvel Türklerin kanını da benzer amaçla topladığı iddia edilmişti. Ancak yeni tıp teknolojilerinde buna ihtiyaç yok. Verdiğiniz her kan isteğiniz dışında mevcut teknoloji üzerinden ilgilisine ulaşabilir. Tıpkı çektiğiniz her fotokopinin, cihaz üreticileri veya ilgili yabancı istihbarat örgütlerine gönderilmesi ihtimali gibi.
Yahudi Kissinger’in yaklaşık yarım asır evvel “Nüfusun azaltılması 3. dünya ülkelerine karşı temel politikamızdır” cümlesinden, Ted Turner ve Bill Gates’in insanlığın çokluğundan yakınması ve bu yöndeki aşılama faaliyetlerini de birlikte ele almadan bu salgınları anlamlandırmak güç.
ABD ile İsrail’in Körfez’deki kuklaları üzerinden yürüttükleri Filistin’i Siyonizm’e peşkeş projesinin ölü doğum olduğunu belirterek bitirelim.
Vesselam!