“Amerika Müslümanların terörist olduğunu düşünebilir. Fakat Ruandalılar için onlar soykırım zamanlarının özgürlük savaşçıları. Beni onlar kurtardı. Kiliseye sığınmayı düşünmüştüm. Ancak bunun en kötü seçenek olduğunu anladığımda çareler tükenmişti. Ta ki bir Müslüman aile beni alıp evlerinde saklayana dek. Onlar benim hayatımı kurtardılar”
Jean Pierre Sagatuhu
Jean Pierre Sagahutu bugün 37 yaşında. Ruanda’da 800 bin insan yok edilirken o henüz bir çocuktu. 10 kişilik bir ailenin çocuğu… Paramiliter Hutu etnik örgütü Interahamwe milisleri evin kapısına dayandığında ailenin bütün fertleri çoktan sığınacak yer bulmak için dışarı çıkmışlardı. Bir yer bulmaları gerekiyordu ama dikkat çekecek kadar kalabalıktılar. Nitekim Interahamwe tarafından farkedildiler. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. O günün 14 yaşındaki çocuğu Jean Pierre kaçabildi içlerinden, çünkü peşine düşenlerden daha hızlıydı. Geride kalanlar acımasızca öldürüldüler. Palalarla doğranarak vahşi bir şekilde… Jean Pierre, hızı sayesinde ölümden kurtulmuştu belki. Ancak bu böyle süremezdi. Güvenli bir yere sığınmalıydı. Aklına kilise geldi. Etrafı kollayarak kiliseye doğru yaklaştı. Tuhaf sesler duyunca irkildi ve birden aklına bu kiliseninin papazının Hutu olduğu geldi. “Acaba mı?” diye geçti içinden. İnanamadı, inanmak istemedi. Az sonra kapının önünde beliren papazı gördüğünde şok olmuştu. Elinde ailesini katleden, peşine düşen adamların salladığı o uğursuz pala vardı. Paladan sızan kanları görünce kendini toparladı ve kararını verdi. Kaçacaktı, artık güvenli bir yer yoktu kendisi için. Uzun süre etrafı kollayarak bahçelerden, tarlalardan ve ormanlık alanlardan geçerek yürüdü. Umudu tükenmiş gibiydi. Kaçıyordu ama henüz sığınacak bir yer bulamamıştı. Derken bir kulübenin bahçesine ulaştı. Azıcık nefeslenmek istedi. Çıtırtılar duyunca keyfi kaçtı. Birileri onu farketmiş olmalıydı. Nefesini tuttu, çıtı çıkmadı. Ancak omzuna değen bir el aklını başından almaya yetti, avaz avaz haykırmaya başladı. Yakalanmıştı. Muhatabını görmek için zorlukla başını çevirdi. Karşısında yaşlıca bir kadın duruyordu. İnanılmaz bir şey! Kadın gülümsüyordu. Evet, Jean Pierre Sagatuhu’yu evlerine alıp onu ölümden kurtaran işte bu yaşlı kadın ve çocuklarıydı. Müslümandılar. Onlar için bu çocuğun Tutsi ya da Hutu olmasının bir önemi yoktu. Küçük bir çocuktu onlar için. Şefkate muhtaç, ölümün kıyısında küçük bir çocuk.
Bu hikâyeyi kimden öğreniyoruz? Tanzanyalı bir Müslümanın, M. D. Abdullah’ın Crescent dergisine gönderdiği yazıdan.
Kilise soykırımın içinde
Kiliselerin etnik ayrımcılığı körüklediği başka kaynaklar tarafından da doğrulanıyor. 7 Ekim 2004 tarihli Marc Lacey imzası taşıyan New York Times makalesi bakın ne diyor?
“On yıl önce tam da bu hafta başlayan ve 880 bin kişinin hayatını kaybettiği soykırım sonrası çoğu Ruandalı sadece hükümetlerine değil dinlerine olan güvenlerini de kaybettiler. Bugün hala Katolik ağırlıklı bir ülke olsa da ülkede en hızlı yayılan din İslam. Yüzyıl boyunca Katolik dini Ruanda’nın başlıca inancı oldu. Fakat çoğu insan bazı papaz ve rahibelerin soykırımda oynadıkları rolden dolayı kiliseden tiksinmiş durumda. Ve pekçoğu İslam’a doğru koşuyor. Bunlardan biri, 1996 yılında Müslüman olmuş 21 yaşındaki Yakubu Cuma Nzeyimana ‘Benim kilisemde insanlar öldü ve papazlar katillerle birlikte hareket ettiler. Onlara yardım ettiler. Artık oraya dönüp de ibadet edemezdim’ diyor. Siyah bir takke giyen Nzeyimana Fetih Mescidi’nde Cuma namazına gelen 2 bin kişiden biri. Kalabalık öyle yoğun ki mescidin dışına, Afrika sıcağının ortasına hasırlarını seriyorlar. Bugün Ruanda topraklarında yaklaşık 500 mescit var. On yıl önceki rakamın iki katı bu. Doğru düzgün bir resmi veri olmamasına rağmen Müslümanların sayısında da benzer bir artış olduğu görülüyor. Bugün sayıları 1 milyon civarında ve ülkenin yaklaşık yüzde 15’ini oluşturuyorlar.”
Birleşmiş Milletler seyirci kaldı
Ruanda Müslümanları, ellerinde palalarla üzerlerine gelen Hutu milislerine karşı cesaretle karşı koyup Tutsileri ölümden kurtarırken Birleşmiş Milletler, ABD ve AB ülkeleri Barış Gücü askerlerinin sayısını azaltmakla meşguldü. Bir millet diğerini doğrarken onlar Ruanda’dan asker çekme telaşındaydı. Dahası vardı. Güvenlik Konseyi üyesi iki devlet, ABD ve İngiltere daha fazla Barış Gücü askerinin bölgeye gönderilmesi kararını veto edecekti. Katliam öncesi 2500 olan asker sayısı, katliamlar sürerken 450’ye düşecekti. Zamanın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan da oynanan bu tiyatronun ana aktörlerinden birisiydi. ABD ile aynı hizada duracak ve asker gönderme taleplerine kulaklarını tıkayacaktı. Ruanda’yı sömürgeleştiren Belçika’ya gelince, o da diğerlerinden farklı bir tavır almayacak ve soykırımın ilk haftasında ülkedeki tüm birliklerini geri çekecekti. Fransa ise katliamın doğrudan sorumlusuydu. Hutu milislerini bu katliam için silahlandıran, onları eğiten ve yönlendiren Fransız askeriydi.
Kofi Annan da, Bill Clinton da sonradan hatalı oldukları şeklinde kıytırık beyanlar verip vaziyeti kurtarmaya çalışacaktı. Clinton soykırımın onuncu yıldönümünde Washington Post’a yazı yazacak ve “1994 Nisan’ında başlayan ölüm ve yıkım hala Ruandalıların ve çözüm üretmede başarısızlığa uğramış bizlerin peşini bırakmış değil” diyecekti. Ertesi gün Clinton’ı Annan takip edecek ve bir açıklama yaparak “Ruanda soykırımı hiç yaşanmamalıydı ama yaşandı. Ne Birleşmiş Milletler, ne Güvenlik Konseyi, ne üye ülkeler, ne de uluslararası medya felaketin sinyallerine gereken dikkati vermiş değil” ifadelerini kullandı. Bu ikiyüzlü sözler kimseyi ikna etmeye yetmiyor.
“Samimi bir adam olsaydı soykırımı önlemek için bir çabası olurdu. Hadi beceremedi, dünyanın dikkatini Ruanda’ya çekmek için istifa etmesi gerekirdi” diyen biri var. Dönemin Ruanda Barış Gücü komutanı Romeo Dallaire. Kanadalı komutan soykırımdan doğrudan Kofi Annan’ı sorumlu tutuyor. Sadece onu değil elbette. Bir türlü harekete geçmedikleri, çözüm üretmedikleri için ABD’yi ve Avrupalı devletleri de. Asıl can alıcı sözleri ise şunlar:
“Dünyanın hiçbir başkenti soruna çözüm üretmek, soykırımı engellemek veya durdurmak için ilgi duymadı. Biz ırkçı kökenlere sahip beyazlar toplumuyuz. Yugoslavya’da olduğu gibi kendi aramızdaki savaşlar bizim için fazlasıyla karmaşık. Oysa konu Afrika’da siyah insanların birbirini boğazlamasına geldiğinde her şey çok basit. Kabilecilik deyip umursamıyoruz bile.”
Bütün cemaatiyle Müslüman olan bir papaz
25 Ağustos 2015 günü Ruanda kırsalında yoksul bir köy. Gecekondu çağrışımı yapan, derme çatma bir bina. Binanın içinde zımpara yüzü görmemiş ahşap masalar ve sıralar. Birisi söylemese kimsenin aklına gelmez ama burası bir kilise. Kilisenin az açığında, dışarda bir kalabalık göze çarpıyor. Kalabalık dört sıra halinde ve önlerinde başında keyfiyesi ve ikali, üstünde Arap stili entarisiyle bir adam. Kilisenin hemen yanıbaşında, Arap usulü giyinmiş bu adam, arkada saf tutmuş insanlara namaz kıldırıyor.
Bu hikâyeyi kimden öğreniyoruz? Africa Metro gazetesi muhabiri Agymah Atoapem’den. Daha başka şeyler de öğreniyoruz. Köyün tamamının, kadınlı erkekli 480 kişinin, eski papazlarının İslam çağrısına fire vermeksizin uyduklarını. Mikdad adını alan papazın tanıştığı bir Müslüman ile dini konuları müzakere ettikten sonra İslam’ı benimseyip ihtida ettiğini.
Ülkede İslam’a duyulan ilgiyi en güzel anlatan sözler, 2001-2011 yılları arasında Ruanda müftülüğü yapmış bulunan Salih Habimana’ya ait.
“Evet, doğru. Soykırımdan sonra ülkede Müslüman sayısında bir artış var. Bunun iki sebebi var. İlki, insanlar özellikle Tutsiler, kendilerine kucak açan ve ölümden çekip alan insanların dinini gerçek bir sığınak olarak görüyorlar. İkincisi, soykırım boyunca içimizden hiç katil çıkmadı. Hutu Müslümanları kimsenin canına kıymadılar. Hatta Tutsiler için canlarını siper ettiler. Ellerimizde kan yok. İnsanlar, soykırıma bir şekilde karışmış olanlar dahil, İslam’a girmekle kendilerini arınmış hissediyorlar.”