Arap Baharından kalma sıcak kış

Küresel bir ısınma, yükselen sokak hareketlerinde kendini belli ediyor. Irak’ta, İran’da, Lübnan’da, Fransa’da, Hong Kong’ta ve Latin Amerika ülkelerinde kasım ayı, -en azından bu ülkelerin- tarih kitaplarında çokça anılacak. Sonraki ayların sakin geçeceğine dair de bir umut ışığı yok egemenler için. Bastırılması hâlihazırda mümkün gözükmeyen güçlü ve direngen bir muhalefet sokaklarda kol geziyor.

Küresel bir ısınma, yükselen sokak hareketlerinde kendini belli ediyor. Irak’ta, İran’da, Lübnan’da, Fransa’da, Hong Kong’ta ve Latin Amerika ülkelerinde kasım ayı, -en azından bu ülkelerin- tarih kitaplarında çokça anılacak. Sonraki ayların sakin geçeceğine dair de bir umut ışığı yok egemenler için. Bastırılması hâlihazırda mümkün gözükmeyen güçlü ve direngen bir muhalefet sokaklarda kol geziyor.

‘Arap Baharı’ diyoruz ama sadece bir teşbih olarak. Öfkenin ihtişamı ve meşruiyeti; direncin sağlamlığı ve fedanın büyüklüğü cihetiyle en çok benzediği şey o olduğundan. Adı benzesin de akıbeti benzemesin diyebilmek için de bir vesile olsun diye belki. Yine de zihnimiz bulanmasın. Benzerlikten söz ediyoruz. Tek biçimli, tek merkezli, yekpare bir hareket mevzubahis değil. Her bir hareket kendi içinde yamalı bohça iken tüm bu farklı diyarlardaki hareketleri tek elden idare edilen bir düzeneğin parçaları olarak tasvir etmek gerçeğin resmi olmaktan uzak. Bu bize bir zihin konforu sağlayabilir ama gerçeklerden uzak bir vadide dolaştırarak.

BÜTÜN MÜMKÜNLERİN KIYISINDA

Hareketlerin ortak vasıflarından biri, yaş ortalamasının hayli düşük olması. Doğdukları dünya ile o dünyaya hükmeden eski kuşağın dünyası arasındaki uçurum bir kuşak çatışmasından daha fazlasını tetiklemekte.

Mesela Irak’taki eylemciler, Körfez Savaşı’ndan sonra doğmuş, 2003’teki işgali hayal meyal hatırlayan bir kuşak.

İran’dakiler zaten devrim yıllarında yeni doğmuş insanların çocukları.

Lübnan’dakiler 1975-90 arasındaki iç savaştan sonra dünyaya geldi. Tıpkı Irak’taki gibi savaş lordlarının idare ettiği, eski/miş bir düzenin tebaası olarak büyüdüler.

Hong Kong’takilerin çoğu, adanın Çin’e iade edildiği 1997’de ana rahminde bile değildi.

Fransa’dakiler de doğduklarında AB kurulalı kaç yıl oluyordu?

Demem o ki ülkelerin üstüne bina edildiği altyapı, kavram, kimlik, lider ve örgütlere yabancı, dünya telakkisi apayrı olan bir nesil, şayet bir de yoksulsa, devrimcilikten başka çok az seçeneğe sahip.

Yeni kuşak, bütün mümkünlerin kıyısında kendine baktığında yoksulluk ve yoksunluk görüyor; elitlere baktığında ise yolsuzluk ve yozluk. Eski dünyanın söylemleri onları kesmiyor, kandırmıyor. Kendi gerçeği o kadar katı ki, eski masallar yumuşatamıyor. Mesele komplo teorileriyle geçiştirilemeyecek denli derin; yeni nesli kolayca yaftalayarak başkaldırının aslî sebeplerini es geçemeyecek denli ciddi.

REFORMİST DEĞİL DEVRİMCİ

Hareketlerin bir başka ortak vasfı: Bilaistisna hepsi somut ve aslında basit bir mevzudan kıvılcım almıştır. İran’da benzin fiyatlarına yapılan zam; Lübnan’da WhatsApp vergisi; Hong Kong’ta zanlı iade yasa tasarısı; Fransa’da emeklilik yaşının iki yıl ileri alınması girişimi.

Kıvılcım basit olabilir ama bir kez sokaklar tutuştuktan sonra kıvılcımı geri alarak yangını durdurmak öyle kolay değil. Göstericilerin elinde kabarık bir talep listesi var ve kelle istiyorlar. Irak’ta, Lübnan’da başbakanı baş aşağı ettiler ama yatışmadılar. Hong Kong’ta da Fransa’da da reform talepleri harfiyen yerine getirildiğinde dahi uslu uslu evine dönecek göstericiler ana kitlenin kaçta kaçı acaba? Dolayısıyla teşhis net: Bu hareketler temelde reformist değil, devrimci. Müesses nizama yabancılaşmış, güvenini yitirmiş, “endişeli kalabalık”, milli marşlar söylese, bayraklar sallasa da kurulu düzenin tüm unsurlarıyla yıkılıp yeniden kurulmasını istiyor.

Marjinal hareketler değil, hepsi muazzam kitleleri mobilize ediyor. Hepsinin tabanda çok ciddi bir karşılığı var. Rejim şiddeti o tabanı daraltmıyor, bilakis genişletiyor. İnzibatî tedbirlerle bu hareketler tavsatılabilir, caddeler polis veya askerce zapt edilebilir fakat bu Pirus zaferleri olsa olsa geçicidir. Eylemciler ilk fırsatta başka bir kıvılcımla yeniden bir orman yangınına dönmek üzere geri çekilebilirler anca. Niye? Çünkü onları eyleme iten yapısal sorunlar çözülmeden ve artarak sürecek. Belki devrim yapamayabilirler fakat hiçbir sistem, öyle veya böyle, onları yok sayarak varlığını sürdürme lüksüne sahip değil. Devrim uzak ihtimal ise, istikrar ve asayiş de öyle kurşun atımı mesafede değil. Cin şişeden çıktı bir kere, onu namluyla geri tepmek, hele bunu şişeyi kırmadan yapmak her bir rejim için tarihlerinin en zor sınavı.

ANARŞİST ÜTOPYA

Lidersizlik. Bir başka ortak vasıf. Bazılarında öne çıkan isimler bile yok. Tamamen şekilsiz, hiyerarşisiz, yani esasında örgütsüz bir kütle. Klasik manada örgütlenmenin tarihe karışmasından bile söz edilebilir, mevcut süreçler devrimci bir zaferi getirecek olursa. Sanal âlem grupları Hizbullah gibi, Devrim Muhafızları gibi şiddet uzmanı azman güçlere dahi çarıklarını ters giydiriyorsa bundan sonra devrimci örgütlenmenin şekli şemaili de epeyce değişecek demektir.

Lidersizlik, ciddi bir zafiyet gibi durmakla birlikte fiilî duruma bakılırsa hareketlere esneklik ve süreklilik kazandırmakta. Lideri yok ki tutuklayasın, öldüresin, satın alasın. Herkesin şef, herkesin Kızılderili olduğu özgün bir anarşist ütopya hayata geçmişe benzer. Rejimlerin işleri sahiden zor.

Fransa ve Hong Kong’takiler zaten öyle, buradaki hareketler de galiben laik. Bu en nötr ifade.

Hassaten İran’dakiler rejim karşıtlığının ötesinde husumetlerinin şiddetiyle İslam karşıtlığı zeminine kadar kaymışlar. Irak’takiler Şii oligarşiyle hesaplaşıyor.

Lübnan’dakiler sahada Hizbullah militanlarıyla kapışıyor. Biraz dürbünün ayarıyla oynayıp baktığımızda bu üç ülkede de kitlenin Şiilere karşı bir başkaldırı içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Lübnan’ın kısmen özgün yanları olmakla birlikte bu beldelerdeki savaşların ana hatlarıyla Şia’nın kendi iç savaşı olduğunu söylemeye dahi varabilir dillerimiz. Suriye’de Sünniliğin karşısında demir yumruk olarak Alevi rejimin imdadına koşan Şii militanlığının devlet hâlinin ne kadar zorbaca olduğunu bu üç örnekte de ziyadesiyle görmek mümkün. Gelgelelim Suriye devrimini bastırmayı –Rusların inayetiyle- başaran güçler, bakalım kendi halklarını da bastırmakta o kadar mahir olabilecek mi?

IRAK İNTİFADASI

Eylemcilerin Ekim Devrimi veya Irak İntifadası olarak isimlendirmeyi seçtiği gösteriler Saddam’ın devrilişinden beri görülmüş en büyük kitle hareketi. Önceki yıllarda Sünni nüfus benzer talep ve itirazlarla sokağa çıkmışsa da yalnız bırakılmış, sonrasında Sünni nüfus diye bir şey kalmayınca sorun da kalmamıştı. Son kalkışma ise Bağdat’ta başlamakla birlikte giderek güneyde karar kılmış gözüküyor. Basra gibi petrol ve limanla eşanlamlı hassas bir kent hareketin ev sahipleri arasında. Necef ve Kerbela gibi Şia’nın hac merkezlerindeki böylesi bir infilak ise hoşnutsuzluğun çapını ve derinliğini faş ettiği kadar özel bir meşruiyet de bahşediyor.

Bu yönüyle Irak’taki hareket Şii orijinlidir fakat mezhebî vurguyu reddeden bir tavır içindedir. Her ne kadar son zamanlarda Sadr hareketi de sürece dâhil olmayı seçse de kahır ekseriyet tarafından bu katılım hiç de hoş karşılanmamakta, ıslıklarla protesto edilmektedir. Nitekim Sadr’ın sistem dışı araçlar kullanarak -4 bakan ve 54 vekil ile zaten göbeğinde yer aldığı- sistem içi konumunu güçlendirmek istediği akil baliğ her Iraklı tarafından bilinmektedir.

“Vatanımı istiyorum!” sloganının öne çıktığı hareket vatanseverlik söylemine dayanır. “İran, Irak’tan Defol!”… İran karşıtlığı bu vatanseverlikten beslenir ve onu besler. Çünkü göstericilerin nazarında Irak uzunca bir süredir İran’ın sömürgesidir ki, bu hiç de abartılı veya çarpık bir yorum değildir. İran’ın Bağdat Büyükelçisi Kasım Süleymani’nin eski danışmanıdır. Süleymani canı istediğinde Bağdat’taki Yeşil Bölge’ye inerek başbakan yerine kritik toplantılara başkanlık edebilmektedir. Rahatsızlık had safhadadır, İran’la iş tutan Hekim ve Sadr ailelerinin dahi Araplık kimliğini belirginleştirmesi bir tepkinin ifadesidir.

MARAZİ BİR ORYANTALİZM

İran, Saddam’ı Büyük Şeytan’la kol kola alaşağı ettikten sonra Irak’ı yedeğine almış, kendi polis rejimini neredeyse tıpatıp orada yedeklemiştir. Rejimin yedeğindeki yarı resmî silahlı örgütler ve gönüllü birlikleri İran’ın marifetidir. “Kasım Süleymani’ye asker olmak, hayatımdaki en büyük övünçtür” diyen komutanların önderliğindeki Haşdi (Haçlı) Şabi mesela; Suriye’de ve Irak’ta Sünni kanına doyduktan sonra Şii muhalefeti sindirmek için Tahran’dan komut beklemektedir. Muhaliflerin de her fırsatta bunların şubelerini ateşe vermelerine şaşmamak gerek.

Irak, ABD-İran arasında bir tahterevalli. İran askerî güçleri elinde tutarak ABD’yi oyundan düşürmeye, ABD de sivil güçlerle aynı şeyi yapmaya çalışmakta. Yine de Irak’taki direnişi ABD planı yahut Amerikancı olarak tanımlamak gayriadil ve kolaycı olacaktır. Nitekim Doğu’da, hele Ortadoğu’daki her kıpırdanışı Batı’nın kumpası gibi okumak, halklarımıza hiçbir irade ve kudret atfetmemek marazi bir oryantalizmin ta kendisidir. Ve ihtimal ki 1 Ekim’den bu yana 300’den fazla can, 8000’den fazla yaralı vermiş, her talebi meşru olan bir hareketi Amerikancı diye yaftalamak bir ABD planıdır.

HER DEFASINDA DAHA RADİKAL

Muhalefetin Amerikancı yaftasını boynundan atmasının en zor olduğu yer şüphesiz İran’dır ve İran bunu 1979’dan beri tepe tepe kullanmaktadır. “Amerika’ya Ölüm!” yazılı rejim pankartını indirip “Hamaney’e Ölüm!” diye bağıran göstericiler artık bu yaftayı umursamaz gözükse de bu onların yumuşak karnı. “Dinî Lider İlah Gibi Yaşıyor, Biz Halk İse Dilenciler Gibi!” Öfke radikalleşiyor. Her defasında bir öncekinden daha şedit. Çünkü en pasif direnişte bile karşılarına tank ve mitralyöz dikiliyor; yahut vinçlerde yağlı urgan onları bekliyor. Rejim rakam vermiyor, göstericilerse 1000 eylemcinin katledildiğini, 4 bininin yaralandığını, 12 bininin tutuklandığını söylüyor. Hınçlarını kundaklayarak alıyorlar: 183 polis otosu, 731 banka, 70 benzinlik, yüzlerce araç. Oldukça ağır bir bilanço bir ay için. “Ilımlılar ve Muhafazakârlar Rejimin Bir Oyunu!” Oyun istemiyorlar. Uzlaşma muhal. Çatışma muhakkak.

TÜRKİYE’NİN SAVUNMASI MI DEDİNİZ?

Lübnan’da milyonu bulan göstericiler haykırıyor: “Çaldığınız Paraları Geri Verin!” Paralar nasıl çalındı, iyi biliyorlar. Baronların her biri bir mezhebi dümen tutarak gemisini yüzdürdüğü için mezhebî kimliklere de bu kimlikleri esas alan devlet yapılanmasına da karşı çıkıyorlar. O yüzden itiraz, zamların ötesinde doğrudan sistemin kendisine. Sistemden nemalanan iç savaş lordları ise bu itirazlara pabuç bırakacak değil. Ne ki Nasrallah parmak salladı diye dağılacak bir topluluğa pek benzemiyorlar. Ekimde Hizbullah ve Emel’in motosikletli çeteleri çadırlarını yaktı ama onlar hâlâ meydandalar. Barışçıllar. Ama şimdilik.

“31 gündür buradayız, bizi hâlâ işitmediler. Görünen o ki istediğimizi vermeyecekler. Onu almak için bizim başkaca bir yol bulmamız gerekecek!” diyenlerin sayısı çoğaldıkça daha fazla şiddete eğilimli olacaklar. Lübnan’da da Temas Muhakkak. Hong Kong’ta göstericiler yerel seçimleri de kazandılar ama durulmuş değiller. Keza Fransa’da yüz binler genel greve gitti, hayat durdu ama eylemler berdevam. Kavga sürüyor. Söylenecek onca şey arasında bari son sözümüz şu olsun: Mezkûr ülkelerdeki göstericiler Türkiye sevdalısı olmasa da Türkiye’nin onlarla sahici ve samimi bağlar, bağlantılar kurması elzemdir. Bu, Türkiye’nin savunmasını ve eylemcilerin mücadelesini pekiştirecek ortak bir maslahattır… Orada kimse var mı?

Benzer konular