Türk Hava Sahası’nı ihlal eden Su-24 tipi Rus savaş uçağının Türk jetlerince düşürüldüğü 24 Kasım’dan bu yana Türkiye ve Rusya arasındaki siyasi kriz Türk tarafının bütün haklılığı ve soğukkanlılığına rağmen derinleşiyor.
Egemen bir devletin hava, deniz veya kara sahasını ihlal etmek uluslararası hukuk açısından tartışma götürmez bir biçimde suç olarak kabul edilmesine rağmen, Rusya’nın adeta kendi hava sahası ihlal edilmiş gibi bir tavır içine girmesi ne ile açıklanabilir? Eve giren hırsızın ev sahibinin kendisini savunmasına bu kadar tepkili olması neden?
Halihazırda Ukrayna krizinden dolayı ABD ve AB tarafından 2014’ten beri kendisine ağır yaptırımlar uygulanan ve bu yaptırımların uygulanmasından hemen üç ay sonra 140 milyar dolarlık bütçe açığı veren Rusya’nın, Batılı devletlerin onca baskısına rağmen bu yaptırım kararlarına katılmayan, aksine 32 milyar dolar civarındaki ortak ticareti yıllık 100 milyar dolara yükseltmek için Batı’yı da karşısına alarak Rusya ile işbirliğini derinleştiren Türkiye’nin hava sahasını hem de defalarca ihlal etmesi, bu ihlal karşısında da Türkiye’nin son seçenek olarak ihlale askeri bir karşılık vermiş olması niçin Rusya açısından bu kadar anlaşılmaz görünüyor?
Rus yönetiminden yapılan her açıklama zehir zemberek. Bölgesel bir rasyonel aktör gibi değil de bir “ergenin” mahalle kavgası rajonu niçin bu krizde Rusya’nın temel politikası haline geldi?
Her fırsatta tarihsel derinlik, yönetim geleneği ve imparatorluk geçmişine vurgu yapıp bununla övünen bir devlet, kullanılan dilin korkunç kibirli, suçlamaların umutsuzca tutarsız olması, uygulamaların iş adamlarının toplama kampına alınmasına varan “mağara” dönemi cezalandırma yöntemlerine kadar inmesinin, 2008 Gürcistan savaşı ile başlayıp Ukrayna, Kırım ve Suriye ile devam eden “hukuk tanımazlık” imajının “güvenilmez partner” imajına dönüşeceği fark etmiyor mu?
Bu soruların bölgesel, jeo-politik okumalara dayalı birden fazla cevabı var. Çoğu da zaten bilinen, çıplak, basit gerçekler. Ancak üzerinde çok durulmayan husus, bu politikaların, tavrın, Sovyetlerin yıkılması sonrasında Rusya’da devlet kurumlarının olabildiğince güçsüzleşmiş, işlevsiz, etkisiz hale gelmiş olması, buna karşın devletin her türlü politikasının doğrudan Devlet Başkanı Vladimir Putin’in “kişisel imajı” üzerinden ilerlediği hususudur. Rusya’nın uçak krizine verdiği reaksiyon, Putin’in “imajı” açısından da deşilmeli.
Putin kendisi açısından, Rusya’nın ihlalini kabul etmeyi ve tehditkar bir üslup kullanmadan böyle bir kriz için diplomatik çözüm aramayı bir zayıflık işareti olarak görüyor. 2000 yılından bu yana Rusya’nın liderliğini üstlendiği bu süre zarfında yarattığı “imaj”, istese de Putin’in geri adım atmasına ve “esnek politika” geliştirmesine imkan tanımıyor. Rusya bugün Putin’in şahsının, Putin ise kendi yarattığı “gözü kara” imajının esiri olmuş durumda. Putin’in, dolayısıyla Rusya’nın 2008’den bu yana bütün kazanımlarını borçlu olduğu bu “imaj”ı zedeleyecek bir biçimde alenen pozisyonunu değiştirmesi oldukça zor. Tam da bu nedenle, Putin’in “imaj” serüvenine bir göz atmak gerekiyor.
Dene ve ilerle
Rusya, 2008’de Gürcistan askerlerinin Rus askerlerine saldırdığı bahanesi ile Gürcistan’a bağlı Güney Osetya’yı ve Karadeniz kıyısında stratejik öneme sahip Abhazya’yı işgal ederek kendi topraklarına kattı. Gürcistan, bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından bu yana çoğunlukla Rusya’ya karşı hep Batı ittifakı içinde yer aldı. Batı, Gürcistan’ı bir yerde Rusya’nın güney sınırlarının içine uzanan bir ileri karakol olarak gördü. 2008 yılında, AB ülkelerinin ve ABD’nin “prensi” olarak kabul edilen Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili, Batı ittifakına güvenerek Rusya’ya meydan okudu. Savaşın ilk günlerinde Fransa Dışişleri Bakanı, yanına 5 tane diğer Avrupalı ülkelerin de dışişleri bakanlarını alarak Gürcistan’a gitti. Tam destek sözü verdi. ABD, Gürcistan’a destek için Karadeniz’e savaş uçakları gönderdi. Genel kanı, Rusya’nın Saakaşvili’ye bir gözdağı verip geri çekileceği yönündeydi. Yine genel beklenti, 2008’de başlayan küresel ekonomik krizin neredeyse en önemli kazananı olan, ekonomisi umulmadık bir hızla büyüyen, bu büyümeyi de büyük oranda Batı’ya sattığı doğal gaz sayesinde sürdüren Rusya’nın, büyük ekonomik kayıplar ve yaptırımlar pahasına Batı’yla doğrudan karşılaşmak istemeyeceği yönündeydi. Ancak Putin, bütün bu rasyonel beklentileri ters yüz ederek Gürcistan’dan kuzeyden ve kuzey-batıdan iki önemli parçayı, Güney Osetya ve Abhazya’yı koparıncaya kadar askeri harekatı sürdürdü. AB ülkeleri, ABD’nin bölgedeki savaş gemileri ise sadece izlemekle yetindiler. Rusya ile doğrudan bir sıcak teması göze alamadılar. Bu süreç, Saakaşvili’nin ülkeden ayrılmasına kadar uzandı. Putin, temel dış politikalarından biri olan “test and go”, “dene ve ilerle” yöntemini ilk defa büyük oranda bu krizde uyguladı. Batı ittifakının tahammül sınırlarını Gürcistan’da denedi ve güçlü bir cevap alamayınca da ilerledi. Gürcistan Savaşı veya Güney Osetya Savaşı olarak adlandırılan bu savaş, 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında tam bir iktisadi ve sosyal dağılma hali yaşayan Rusya’nın küresel bir güç olarak yeniden sahneye çıktığının kanıtı sayıldı. Rusya, Putin ile yeniden rüştünü ispatlamış oldu ve Batı cephesinin bütün kırmızı çizgilerini askeri kapasitesiyle, gerektiğinde bütün ekonomik riskleri de alarak aşabileceğini gösterdi. Bu hamle ile aynı zamanda Batı’yı askeri açıdan savunma pozisyonuna itti yeniden.
Putin, bu tecrübeden hareketle sonrasında da Batı’ya kendisinden daha fazla riski göze alabilecek bir “pervasızlık”la ilerleyeceğini tekrar tekrar gösterdi. Putin’in “gözü karalığı”nı ikinci defa gerçek anlamda göstermesi ABD’nin 2007-2008’de Polonya’ya ve Çek Cumhuriyeti’ne balistik füzeleri önleyici füzelerin ve MIM-104 Patriot’ların yerleştirileceğini açıklaması sonrasında gerçekleşti. Rusya, NATO kapsamında ve ABD öncülüğünde başlatılan bu gelişmeye “gerekirse Polonya’yı nükleer silahlarla vurabileceği” tehtidiyle karşılık verdi. Ek olarak, NATO ile ilişkilerini kestiğini açıkladı ve Polonya sınırından başlayarak Avrupa ile olan batı sınırı hattı boyunca büyük bir askeri yığınak yaptı, bu bölgelere konvansiyonel silahlar ve uzun menzilli füzeler yerleştirdi. Bunun üzerine Polonya ve Çek Cumhuriyeti, aynı zamanda Ruslarca Rus füzelerine bütün gemilerinin hedef olacağıyla tehdit edilen Danimarka gibi ülkeler, ABD ile ilişkilerini Rusya’yı “çok fazla kızdırmadan” sürdürmenin yollarını aramaya başladılar. Sonuç olarak ABD bu bölgelere bahsi geçen silahları yerleştirdi ama planlanan ölçüde değil. Rusya böylece ikinci kez Batı ittifakını “askeri tehditle” korkutmayı başardı ve savaşa onlardan daha gönüllü olduğunu gösterdi.
Batı ittifakını terbiye
2013’ün sonları itibariyle Ukrayna’da yönetimde olan Rus yanlısı hükümete karşı, Batı ittifakının da teşvikiyle ülke genelinde büyük sokak eylemleri başladı. 2014’ün Ocak ayında Rusya’nın bütün önleme çabalarına karşın Rus yanlısı hükümet düştü. Bu, Batı ittifakının Putin Rusya’sına karşı ilk gerçek başarısı olarak kabul edildi. Ancak Rusya’nın buna cevabı yumuşak güç yerine, doğrudan askeri müdahale oldu. Rusya çok geçmeden Ukrayna’nın doğusunda Rus yanlısı milisleri silahlandırdı ve kısa sürede bu milisler Ukrayna askeri varlığını ülkenin doğusunda adeta etkisiz hale getirdi. Rusya bu milislere tanklar da dahil karadan havaya ve karadan karaya füzelere varıncaya kadar çok sayıda etkili silah sağladı. Batı ittifakı diplomatik hamlelerle buna cevap vermeye çalıştı ama askeri bir önleme çabasına girişmeyi yine göze alamadı. Bir Hollanda yolcu uçağının Rus yanlısı milislerce Rus silahlarıyla vurulup düşürülmesi bile Batı’yı askeri olarak Rusya’ya karşı durma noktasına getiremedi. Batı ittifakı bunun üzerine Rusya’ya ekonomik yaptırım uygulama kararı aldı. Rusya’nın cevabı ise Karadeniz açısından son derece stratejik olan ve dünyadaki birçok ülkeden daha fazla yüzölçümüne sahip Kırım’ı ilhak etmek oldu. Batı ittifakı, Karadenizdeki ABD savaş gemileri olayı sadece izlemekle ve ekonomik yaptırımları ağırlaştırmakla yetindi. Rusya ayrıca, Batı ittifakının ekonomik yaptırımlarına ise Batı mallarını yakacak kadar üst perdeden cevaplar verdi.
Bu, Rusya’nın Batı ittifakını askeri olarak üçüncü defa “terbiye” edişiydi ve ikinci kez Batı ittifakından fiilen toprak alışıydı. Putin Rusya’sı, “pervasızlık ve öngörülemezlik” üzerinden kurduğu dış politikasının Batı ittifakı karşısında başarılı olduğunu ikinci kez test etmiş ve olumlu sonuç almıştı.
Bu gelişmelerden sonra Putin, bütün kazanımlarının bu hesaplı “gözü kara”lık sayesinde elde edildiğine iyice ikna oldu ve gücünü ilk defa artık sınır komşularını da aşarak Suriye üzerinden Akdeniz’e taşıdı. 2015’in Eylül ayında Rusya, büyük bir savaşı yürütebilecek konsansiyonel silahlarla Suriye’ye indi. Rusya, bu hamle ile ABD’ye tam anlamıyla bir “darbe” yapmış oldu. Neredeyse 24 saatlik süre içinde Suriye hava sahasının kendisinden sorulduğu tek ülke haline gelmeyi başardı. Hem de halihazırda ABD savaş uçakları çoktandır Suriye’de aktif bir biçimde havadayken. Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi sonrası Rusya ABD’den değil, ABD Rusya’dan hava operasyonları için işbirliği ve izin almak için çabalayan taraf olma pozisyonuna itildi. Aynı günlerde, Ekim’in ilk haftasında New York’ta BM Güvenlik Konseyi’nin 70’inci Genel Kurul’u devam ederken, tam da ABD Başkanı Barack Obama, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin genel kurula hitap edeceği günün bir öncesinde, Irak Savunma Bakanı Halid Ubeydi, Rusya, İran ve Suriye ile güvenlik ve istihbarat paylaşımı antlaşması imzaladıklarını açıkladı. Bu açıklama, 2003’ten beri Irak’taki temel belirleyici güç olan ABD’ye karşı yapılan ikinci Rus darbesiydi. Amerikalı yetkililer öyle hazırlıksız yakalandılar ki bu açıklamaya, ülkeler arasında istihbarat paylaşımının “normal” olduğunu söylemekle yetindiler sadece.
Putin, Rusya’nın bütün kazanımlarını borçlu olduğu, kimsenin sarılmak istemeyeceği bu “çıldırmış ayı” imajını uzun bir süreç içinde bizzat inşa eden kişi oldu. Putin’in bu “geri adım atmaz” imajı 24 Kasım günü, Türk hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağının düşürülmesine kadar Rusya’ya hep kazandırdı. Krizleri derinleştiren, daima daha üst perdeden oyunu devam ettiren, uzlaşmaz bu “hesaplı gözü karalık”, esnek politikaya en azından retoriksel düzeyde imkan tanımıyor. Her türlü uzlaşma, bu imajın sarsılması olarak okunuyor Putin tarafından. Batı ile daha ileri düzey kapışma ve karşılaşmadan çekinmemek üzerine kurulu bu imaj, Putin’in kişisel aurasının neredeyse tamamına tekabül ediyor. Bu açıdan, fiiliyatta yanlış kişiye “sataştığı”nı görmüş olsa da retoriksel düzeyde Putin’in Türkiye’ye yönelik tehditlerinin kökenlerini bu “imaj”da da aramak gerekir. Kaldı ki Putin, güçlü liderlik mitine sadakatle bağlı Rus halkı gözünde de ilk defa “çizik” yemiş durumda. Putin, en ufak bir zayıflık göstergesinin, bu görkemli auranın çatlamasına yol açabileceği düşüncesinde. Rusların Putin’den genel “güç beklentisi” ve Putin’in kendi elleriyle yarattığı “gücün kaynağı imajı” birleşince, Putin’in bugün Türkiye’ye karşı takındığı tehditkar tavrın kısa sürede ve kolayca değişmeyeceği sonucu doğuyor.