Eyfel kulesinin Brüksel patlamaları sonrası Belçika bayrağının renklerine bürünmesi basit bir jestten çok daha fazlasını ifade ediyor. Will Gore’un izaha çalıştığı korkudan çok daha fazlasını. Je suis Charlie, Je suis Paris, Je suis Bruxelles… Dünyanın her yerinden yükselen aynı ses, küreselleşme adını verdiğimiz şeyin aslında düpedüz “whiteman supremacy” olduğunu avaz avaz haykırıyor ama öyle bir kurgu var ki bunu bile ağız tadıyla söyletmiyorlar size. Türlü yorumlar, türlü analizler ve dahi türlü türlü gürültüler arasında kayboluyor sesiniz.
Coğrafya değil algı coğrafyası
George Orwell, “Hayvan Çiftliği” romanında: “Bütün hayvanlar eşittir, ancak bazıları diğerlerinden daha eşittir” derken tam da bu ironiye dokunuyordu. Will Gore’un korku olarak nitelediği şey, hepimizin eşit olarak duyduğu bir korkuyu değil, Avrupalı insanın korkusunu ifade ediyor ve bu nedenle anlaşılmak zorunda. Avrupa kelimesinin burada coğrafyayla ilintisi olduğu vehmine kapılmayalım lütfen. Gore her ne kadar bize bunu hissettirme uğraşı veriyor olsa da, o bombalar binlerce kilometre ötedeki Sydney yahut ne bileyim Miami’de patlatılsaydı yine Avrupalı insanın korkusu olarak anılmaya devam edecekti. İşin zaten coğrafya ile bir ilgisi olmadığı Gore’un “Pakistan, Mali veya Burkina Faso da olabilir” ifadesinde rahatlıkla okunabilir. Haritayı şöyle çekin önünüze ve bir bakın. İstanbul nerede, Burkina Faso nerede? Peki neden Sofya, Bükreş hatta Viyana değil de illa Pakistan, Mali ve Burkina Faso? İstanbul ile Londra neredeyse Viyana’ya eşit mesafede, Budapeşte sözkonusu olduğunda ise İstanbul daha yakın. Avrupa’nın bildiğimiz coğrafya dışında kendi “algı coğrafyası” mevcut. Bu algı, okyanuslar ötesindeki Sydney ve Miami’yi kucaklar ama burnunun ucundaki Türkiye’yi tutar, Burkina Faso’nun yanına yerleştirir.
Burç Halife’yi kırmızı beyaz göremedik
İşin bir de Susan Sontag’ın “Başkalarının Acısına Bakmak”ta ifade ettiği tarafı var. Ne demişti Sontag: “Fotoğraflar, ayrıcalıklı kesimlerin ve hayatlarını emniyet altına almış olanların görmezlikten gelmeyi tercih edeceği konuları gerçek yahut daha gerçek kılmanın bir vasıtasıdır.” Başkalarının acılarını uzak bir dünyadan yansımalar halinde fotoğraflardan izleyen Avrupa’nın, acı bizzat kendi yaşamına düştüğünde verdiği tepkilerin paralel yansımalar olacağı gerçeğini içinde taşıyor bu ifade. İçine sığındığı fildişi kule birkaç kez çatladı ve soluduğu havaya birazcık zehir karıştı diye aynı havayı sürekli soluyanlarla “empati” yapması beklenemez. Çünkü onun davası Fildişi Kule’de yaşamayı devam ettirmektir, ötekilerle aynı havayı solumak veya onları Fildişi Kule’ye çağırmak değil.
Yaşanan sürecin belki de en trajik yanı, bu gerçeği aynı safta durması muhtemel görülenlerin bile es geçip Avrupa ile empati yapma çabası. Paris saldırıları sonrası Mısır Piramitleri gibi dünyaca meşhur simgesel yapılar mavi-kırmızı-beyaz renklere bürünüp kocaman puntolarla “La solidarite avec la France” yazılıyorken aynı ortak değerlere sahip insanların yaşadığı Ankara ve İstanbul gibi şehirlerde olup bitenler kimse için bir şey ifade etmeyebiliyor. Öyle bir yabancılaşma hali ki bu, Dubaili bir üst düzey yönetici Burç Halife’yi Brüksel olaylarından ötürü Belçika’nın renklerine bezerken Türkiye için benzer bir tavrı hiçbir zaman göstermiyor, üstelik Türkiye’yi kınama derdine düşüyor.
Will Gore ve diğer benzerleri! Öyle korku bahanelerinin arkasına sığınmaya gerek yok. Je suis Ankara, Je suis Istanbul diyemediğiniz müddetçe Je suis Paris, Je suis Bruxelles diyerek artık kandırmayın kimseyi. Je suis l’Europe diyin, siz de kurtulun, biz de…