İtalya Fransa çekişmesi Avrupa’nın karanlık günlerinin habercisi

Soğuk Savaş’ın bitiş düdüğü ile beraber 21. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin karşısında süper güç olarak yükseleceği öne sürülen Avrupa Birliği, aradan 28 yıl geçtikten sonra kimlik bunalımı yaşamaya ve hayatta kalma mücadelesi vermeye devam ediyor. Ekonomi ve siyasette sağlanan ortaklığı birleşik bir ordu ile savunma alanına taşıyarak entegrasyonunu pekiştirme gayretindeki Avrupa, bir yandan da dalgalar halinde gelen yeni krizlere karşı ayakta kalmaya çalışıyor.
Henüz İngiltere’nin Birliği terk etmek için zorladığı Brexit kapısının nasıl kapanacağına cevap bulunamamışken, bu kriz üreten yapıya bir de Fransa-İtalya kavgası eklendi. Yeni kavga göçmen politikalarından, Avrupa Birliği’nin ekonomik kriterlerine, Akdeniz-Kuzey Afrika havzasında egemenlik rekabetinden, AB’de liderlik rolünü kimin üstleneceğine kadar pek çok alana yayılmış durumda.

İTALYA’YI GÖÇMEN SORUNUYLA BAŞBAŞA BIRAKTILAR
Şubat ayının ilk haftasında iki ülke arasında ivme kazanan krizin kökleri 2004 yılına kadar uzanıyor. Afrika ve Asya kıtasından Avrupa’ya yönelen göçmen akını 15 yıl önce Kuzey Afrika’daki istikrarsız yönetimlerin gevşek sınır kontrollerinin de yardımıyla, Akdeniz’i bir köprü hâline getirdi. Bu göç hareketinde Avrupa Birliği’nin yükünü sırtlayan ülke İtalya oldu. İtalya hükümeti 2004-2017 yılları arasında göçmenlere 4 milyar 300 milyon euro harcarken, AB üyesi diğer ülkeler bu malî yükü paylaşmakta cimri davrandıkları gibi, Fransa ve Almanya sınırlarını serbest dolaşıma kapatarak, İtalya’yı göçmen sorunu ile başbaşa bıraktı.
2008 yılına gelindiğinde ise küresel ekonomik kriz Güney Avrupa ülkelerini kasıp kavurdu. Fransa, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’a kıyasla krizi daha istikrarlı bir şekilde atlatan İtalya, yine de bunun bedelini iktidarın Avrupa Birliği ve göçmen karşıtı Lig Partisi ve 5 Yıldız Hareketi tarafından oluşturulan bir koalisyonla paylaşılması ile ödedi. Göçmen karşıtı politikalar paydasında buluşan bu iki parti, bugün Avrupa Birliği içerisinde Aachen Anlaşması ile yeni bir biçim alan Fransa-Almanya liderliğine isyan eden “popülist” siyasi hareketlerin de önderliğini üstlenmiş durumda.

FRANSA’NIN NASIRINA BASTI
Fransa-Almaya ikilisinin 22 Ocak’ta Avrupa Birliği üzerindeki hükümranlıklarını artırma hedefiyle imzaladıkları Aachen Anlaşması’na karşı, AB içerisinde giderek güçlenen göçmen karşıtı siyasi hareketlerin gösterdikleri reaksiyon “Sarı Yelekliler Hareketi” üzerinden patlak veren bir tartışmayla gün yüzüne çıktı. Göçmenlere kapılarını kapatan ve Maastricht Kriterleri’ni ihlal ettiği iddia edilen bütçesiyle AB’nin başat ülkelerine karşı bayrak açan İtalya, 5 Şubat’ta Fransa’nın nasırına basacak hamleyi yaptı.
Koalisyon ortağı 5 Yıldız Hareketi’nin lideri ve Başbakan Yardımcısı Luigi di Maio, eylemleriyle Fransa’yı alt üst eden “Sarı Yelekliler”in temsilcilerini kabul etti. Di Maio, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un istifası için dayatan eylemcilerle görüşmekle yetinmedi, akabinde sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Değişim rüzgârlarının Alp Dağları’nı aşarak Fransa’ya ulaştığı” mesajını verdi.
Paris yönetimi diplomatik savaş ilanı saydığı bu söyleme Roma Büyükelçisini çekerek cevap verdi. 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki iki komşu devlet arasındaki en büyük gerilim olarak nitelenen bu gelişmeler, Avrupa Birliği ülkeleri arasındaki entegrasyon sorunu ile göçmen politikalarındaki çelişkiyi de bir kez daha su yüzüne çıkardı.

ELİTLERLE POPÜLİSTLERİN SAVAŞI
Taraflar arasındaki rekabet bununla da sınırlı kalmadı. Fransa ve İtalya geçmişte gözlerine kestirdikleri nüfuz alanlarından biri olan Kuzey Afrika’da da bir kez daha karşı karşıya geldi.
Fransa, Şubat ayının ilk günlerinde, Libya’nın başkenti Trablus’un güneyindeki petrol sahalarını ele geçirmek için operasyon başlatan Bingazi’deki yönetimin lideri General Halife Hafter’ın kuvvetlerine hava desteği sağlamaya başladı. General Hafter tarafından terörist gruplar olarak lanse edilen bölgedeki aşiretler Fransa tarafından vurulurken, İtalya Dış İstihbarat Servisi Direktör Yardımcısı Giovanni Caravelli Trablus’a giderek temaslarda bulundu.
İtalya’nın 12 Şubat’taki bu girişimi üzerine General Hafter’a bağlı güçler Çad sınırındaki petrol sahalarına saldırıyı durdurdu, bölgeye uyguladıkları uçuş yasağına son verdi. Fransa’nın Roma Büyükelçisi’nin de görevinin başına dönmesiyle fırtına şimdilik dindi. Ancak kimi diplomatik gözlemcilerin de ifade ettiği gibi Fransa ile İtalya arasındaki bu gerilim Avrupa’daki “elitlerle”, yükselen “popülist” siyasi hareketler arasındaki savaşın yalnızca başlangıcı.
1997’de yüzde 5 civarında olan oy oranlarını bugün yüzde 27 seviyelerine yükselten ve “popülist” etiketinin arkasına gizlenen göçmen karşıtı aşırı sağcı hareketler, Fransa’da bugünkü iktidarın temsil ettiği “elit” siyasetle ilk büyük hesaplaşmasını Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde gerçekleştirecek.
Bu seçimlerde popülist partilerin parlamentoda çoğunluğu sağlamaları beklenmese de, 150’ye yakın sandalye kazanarak, kendilerine yapıştırılan “marjinal” etiketini aşacaklar. Aşırı sağcı ve popülist hareketler gerek Avrupa Parlamentosu düzeyinde, gerekse de AB üyesi ülkelerin ulusal parlamentolarında daha fazla ağırlık kazanarak gündem belirleyici bir güce ulaşıyor.

GÖÇMEN KARŞITI POLİTİKALAR İKTİDARDA

Bu noktada 2. Dünya Savaşı öncesinde nasyonal sosyalizmin yükseliş sürecine dair bir hatırlatma yapmakta fayda var. Her ne kadar Nazizm, Almanya’da Adolf Hitler’in şahsında markalaşmış bir siyasi hareket olsa da, bu yolda ilk adımı atan İtalya’ydı. Hitler 1933 yılında Başbakanlık görevini üstlenirken, İtalya’nın faşist lideri Benito Mussolini 1922 yılında, Hitler’den tam 11 yıl önce yandaşları ile başlattığı Roma Yürüyüşü’nün neticesinde iktidarı ele geçirmişti. Yaklaşık 100 yıl önce yaşanan bu tecrübe, İtalya’nın aşırı sağ ve popülist siyasi hareketlere Almanya’dan daha fazla meyilli olduğunu hatta bu alanda öncü konuma geçebildiğini gösteriyor.
Tarihin bir kez daha tekerrür etmesi halinde, göçmen karşıtı politikaların iktidarları belirlediği ve İtalya’nın önderliğini yapacağı Orta Avrupa, Doğu Avrupa ile İskandinav ülkelerinin oluşturacağı tarihte benzeri görülmemiş bir koalisyonun, Fransa-Almanya ikilisine karşı cephe aldığına şahit olabiliriz. Ortak bir ordu kurma, Rusya’dan gelen enerji hatlarının kaderi ve Rusya ile ilişkilerin düzenlenmesi konularında da çelişkiler içerisinde olan Avrupa Birliği’nin bu yeni cepheleşme sürecinde hayatta kalma ihtimali daha da azalacak.

AB’NİN KARANLIK GÜNLERİNİN BAŞLANGICI

İtalya ile Fransa arasında bu uçurumu yaratan jeopolitik iklim, beraberinde henüz öngöremediğimiz yeni fırtınaları da hazırlıyor.
Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya’nın Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’nı (INF) askıya almaları ile başlayan yeni nükleer silahlanma sürecinin Avrupa kıtası üzerinde oluşturacağı basınç, henüz içerisinde bulunduğumuz günlerde tam olarak hesaplanamamakta. 2019 yılının sonbahar aylarında ABD’nin 34 yıl aradan sonra üretimine başladığı yeni nesil nükleer füzelerin ABD donanmasının denizaltılarına yerleştirilmesiyle beraber Avrupa’daki güç dengelerinde de kaçınılmaz sarsıntılar bekleniyor.
Bu yeni nükleer silahlanma çağı, hiç şüphesiz Rusya ile Avrupa arasına sıkışmış Avrupa Birliği için karanlık günlerin başlangıcı olacak. Fransa ile İtalya arasında Avrupa Birliği’nin akut problemlerini gün yüzüne çıkartan kriz, yalnızca Avrupa jeostratejik alanını değil, kaçınılmaz olarak Akdeniz havzası ile bugün Libya’da şahit olduğumuz şekilde Kuzey Afrika’yı, Balkanları ve Ortadoğu’yu da etkileyecektir. İtalya’nın, Türkiye ile rekabet halindeki güçlerle işbirliği içerisinde Doğu Akdeniz’deki enerji havzalarına ve Libya’daki enerji havzalarına eş zamanlı olarak hâkim olma çabası, 1920’li yılların İtalya’sının izlediği politikalarla da paralellik arz etmekte.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından Ankara hükümetinin tehdit algısı sıralamasında Mussolini İtalyasının ilk sırada yer aldığını hatırlamakta fayda var. Roma İmparatorluğu’nu yeniden diriltme sevdasındaki Mussolini’nin Anadolu’yu hedef alacak bir istilâ girişimi, Türkiye’nin Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki savunma politikaları açısından belirleyici olmuştu.
Fransa ise Cumhurbaşkanları Macron’un Türkiye’ye yönelik tutarsız politikalarına 24 Nisan gününü “Sözde Ermeni Soykırımını Anma Günü” olarak ilan ederek yeni bir halka ekledi. Avrupa Birliği içerisinde iki farklı siyasi akımın temsilcisi haline gelen Fransa ve İtalya’nın rekabeti farklı platformlarda Türkiye’nin de çıkarlarını tehdit etmekte.

ANTİ-SEMİTİZMDEN MÜSLÜMAN KARŞITLIĞINA

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un İtalya’dan destek bulan Sarı Yelekliler Hareketi’ni püskürtmek için anti-semitizm ile mücadele bahanesine sarılması ise yeni tehlikelerin habercisi. Fransa’da bazı Yahudi mezarlıklarının tahrip edilmesine tepki olarak 20 Şubat’ta ülke çapında düzenlenen anti-semitizme tepki eylemleri, Macron’a, yükselen aşırı sağı dengelemek için fırsat sundu.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarı Yelekliler ile Yahudi karşıtı eylemleri düzenleyen odakları eşitleyince, cevap Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’den geldi. Le Pen, Fransa’daki Yahudileri hedef alan saldırılardan Müslümanları sorumlu tuttu ve hükümeti bu konuda önlem almamakla suçladı. Böylece, Fransa ile İtalya’nın Sarı Yelekliler odaklı olarak başlayan tartışmaları Müslümanların hedef tahtasına oturtulduğu bambaşka bir düzleme taşındı.
Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinden “popülist” ( aşırı sağ ) partilerin sandalye sayılarını artırarak çıkmaları halinde İtalya’nın destekçileri çoğalırken, Fransa’nın daha da istikrarsızlaşacağı bir döneme girilecek. Fransa-İtalya çatışması ile başlayan 2019 yılı, tarafların temsil ettiği siyasal akımların yanısıra Avrupa Birliği’nin geleceği için de belirleyici olacak.

Benzer konular