Her şeyi Sasaniler’in yükselişi başlattı ve bitirdi

King’s College London’da Geç Antik Dönem ve Erken Ortaçağ Dönemi tarihçisi olan Peter Heather, Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü adlı eserinde Roma’da sistemin bozulmasının İran’da Sasani’nin yükselişiyle başladığını iddia eder. Heather’a göre Sasaniler Romalıları Fırat-Dicle Havzasını’da durdurabilecek ve hatta bu hattın gerisine itebilecek güce ulaştıklarında Roma, askeri gücünün nerdeyse yarısını bu cepheye sevketti ve burada tutmak zorunda kaldı.
Romalılar, Sasaniler’i ancak 50 yıl süren uzun bir savaş sonrasında geri püskürttü fakat doğu cephesine sevkedilen on binlerce asker için bütün bu zaman zarfında harcanan büyük bütçeler Roma’nın batı kentlerindeki zenginliğini kuruttu. Doyumsuz bir savaş canavarını beslemek uğruna Roma kendisini tüketti ve sonunda doğudan gelen, yoksul kavimlerin göç dalgası ile hızlı, yalnız ve acılı bir biçimde yıkıldı. Hızlı ve yalnız yıkıldı çünkü imparatorluk o güne kadar sadece işgal etmiş, ele geçirmiş, sömürmüş ve nefret biriktirmişti. Başkent Roma güvende ve müreffeh olduğu sürece dünyanın geri kalanında toprağın kaldıramayacağı kadar kana bulanması imparatorluk açısından hiçbir zaman sorgulanmaya değer ahlaki bir mesele olarak görülmemişti.

Sasanilerin yıkılışı hızlı ve yalnız oldu

Roma’nın çöküşe geçtiği yıllar Sasaniler’in ise yükseliş dönemine denk gelir. Roma’nın batı ayağının yıkılması sonrasında Sasaniler’in kesintisiz bir biçimde batıya doğru açılması, daha önce Roma’nın hakimiyeti altında olan toprakları ele geçirmesi, Romalıların doğu cephesinde kendilerini tüketmesine benzer bir sürecin Sasanilerce de tekrarlanması gibiydi. Sasani hükümdarı II. Hüsrev’in Sasani’den önceki en büyük Pers imparatorluğu olan Aşamenit İmparatorluğu’nun sınırlarına yeniden ulaşma hayali, doyumsuz yayılma ve ele geçirme arzusu, Sasani’nin iç karışıklıklarla zayıflamış Bizans İmparatorluğu’na karşı tam bir işgal harekatı başlatmasını tetikledi. 626’da, Bizansın başkenti Konstantinopolis İran tarafından desteklenen güçlerin kuşatması altındaydı. Sasaniler Kudüs, Şam ve Mısır’ı ele geçirmişti ve hatıralarında yaşattıkları ihtişamlı Aşamenit İmparatorluğu’nun sınırlarına bütün cephelerde ulaşmak üzereydiler. İranlı devlet ve ordu adamları Tisfun’da veya Arapların El-Medain olarak adlandırdıkları başkentlerinde gurur ve kibirle Ortadoğu’nun bütün önemli şehirlerini nasıl ele geçirdiklerini konuşuyor ve yeni işgallerin hayallerini kuruyorlardı. Sasani orduları batı cephesinde Nil’in de batısına, bugünün Libya sınırlarına kadar yayılmış geniş bir coğrafyada ağır vergilere çarptırılmış yüz binlerce insanın kanı ve emeği üzerinden Tisfun’un Aşamenit’i ihya etme hayallerini gerçekleştirmeye çalışırken bir yandan aslında yozlaşan, adaletsiz ve çökmeye mahkum bir dünya inşa ediyorlardı. Doyumsuz savaş canavarı ve ele geçirme hırsı sonunda Tisfun’un hazinelerini kuruttu, zenginliğini emdi. 7 yıl sonra, 633’te şaşırtıcı bir biçimde kanlı rakipleri olan Bizansalılar tarafından değil, güney-batıdan gelen yoksul bir Arap ordusu tarafından Sasaniler hızlı, yalnız ve acılı bir biçimde yıkıldı. Hızlı ve yalnız yıkıldı çünkü imparatorluk o güne kadar Tifsun güvende olsun, aydınlık ve müreffeh olsun diye başka şehirleri viraneye çevirmekte, toprağı kaldıramayacağı kadar kana bulamakta kayda değer hiçbir ahlaki beis görmemişti. Ağıtları ancak 400 yıl sonra Ebul Kasım Firdevsi-i Tusi tarafından yakıldı:

“Koja an bozorgan-é Sasaniyan?”
“Nereye gitti o büyük Sasaniler?”

***

1991’de Sovyetler’in yıkılması sonrasında ABD 10 yıl boyunca tek küresel güç olarak dünyaya hükmetti. 2001 yılının 11 Eylül’ünde, El Kaide’ye bağlı kişiler tarafından kaçırılan uçaklarla Newyork’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Virginia’da Pentagon’a eş zamanlı intihar saldırıları düzenlendi. ABD, 1941’de Japon İmparatorluğu’nun Pearl Harbor’a saldırmasından bu yana ilk defa kendi topraklarında bir saldırıya maruz kalmıştı. Amerikalı yetkililer, saldırıdan hemen sonra El Kaide’nin doğduğu ülkeyi, Afganistan’ı “bombalarla taş devrine” döndüreceklerini ilan ettiler.

İran Kabil haritasını Amerika’ya sundu

ABD’nin Afganistan’ı “taş devri”ne döndüreceğini ilan etmesi sonrası, Afganistan’da Taliban’ın yükselişi ile güç kaybetmiş İran’a da gün doğmuştu. Çünkü İranlılar’a göre Taliban, bölgedeki en büyük rakipleri Suudi Arabistan’ın uzantısıydı. Böylece ABD ile İran arasında üstü örtülü bir ittifak oluştu. Kısa bir süre sonra, İsviçre’nin Cenevre kentinde İranlı ve Amerikalı yetkililer arasında Afganistan konulu bir dizi görüşme yapıldı. İran heyeti Amerikalıların önüne bir harita koydu. Haritada Afganistan’da Taliban’a ve diğer Sünni silahlı gruplara ait bütün üs ve kampların ayrıntılı lokasyonları ve bilgileri mevcuttu. İran heyeti, Amerikan heyetine  “İşte bizim öncelikli olarak vurulması gerektiğini düşündüğümüz hedefler” dediğinde  ABD’li diplomat Ryan Crocker, İranlılara not alıp alamayacağını sordu. İranlılar “harita sizin olsun” dedi. İran, Tahran’ın güvenliği için Kabil’in elektrikli süpürgeyle halı süpürülür gibi süpürülmesinde hiçbir ahlaki beis görmemişti.
Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, saldırıdan yaklaşık bir ay sonra, bu görüşmelerin akabinde, 7 Ekim’de Amerikan Ordusu’na Afganistan’ı işgal etme emrini verdi.
ABD Afganistan’ı işgal ettikten sonra da İran ve ABD arasındaki işbirliği devam etti. Ta ki 2002’de George Bush’un İran’ı “şer ekseni”ndeki ülkelerden biri olarak tanımladığı konuşmasına kadar. Bu tarihten sonra İran, bir sonraki işgalin Irak’a yönelik olacağını tahmin ettiğinden Irak’ta Amerikan işgalini karşılamak için hazırlıklara başladı. Koordinatör, İran’ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ydi.

Irak ABD’nin zenginliğini emdi

Tahminler gerçeğe dönüp de ABD Irak’ı 2003’te işgal ettiğinde İran, Irak’ta kendisi adına “vekâlet savaşı” yürütecek hatırı sayılır bir gücü örgütlemişti bile: Mehdi Ordusu, Hizbullah Tugayı, Bedir Tugayları ve Asaib Ehlel Hak adlı Şii silahlı gruplar, işgalin başında İran’ın bölgedeki en büyük düşmanlarından Saddam Hüseyin’i devirmek için Amerikalılarla işbirliği yaptı. Saddam Hüseyin’in devrilmesi sonrasında ise İran’ın denetimindeki bu örgütler silahlarını Amerikan güçlerine doğrulttular. ABD, 2004-2006 boyunca Vietnam savaşından sonraki en büyük kaybını Irak’ta verdi.
Çağımızın Roma İmparatorluğu olan ABD, tıpkı Roma gibi ordusunun neredeyse yarısını Washington güvende ve müreffeh olsun diye Irak ve Afganistan’a gönderdi. Sasanilerin günümüzdeki mirasçısı olan İran ise aynı tarihlerde ABD’yi Ortadoğu’ya gömmekten söz ediyor, dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad arkadaşlarına “sabredin, gün doğmak üzere” diyordu. ABD, Irak’ı yıllarca işgal altında tuttu ve nefret biriktirdi. Irak’a sevkedilen on binlerce asker için bütün bu zaman zarfında harcanan büyük bütçeler ve orduya ayrılan harcamalar Washington’ın zenginliğini emmeye başladı. Tahminler ABD’nin Irak’taki savaşa yaklaşık 1.5 trilyon dolar harcadığı şeklinde. Roma’nın (ABD) Sasaniler’le (İran) Irak’ta giriştiği örtük savaş Roma’yı deyim yerindeyse tüketti.

2008’e gelindiğinde, tarihinin en büyük bütçe açıklarından biri ile karşıya karşıya kalmış savaş yorgunu ABD’de, Demokrat Parti Başkan Adayı Barack Obama’nın bütün seçim kampanyası ABD’nin pılısını pırtısını toplayıp askerlerini işgal ettiği ülkelerden çekmesi ve dünyayı kurtarmaktan vazgeçip ABD’yi kurtarması üzerine kuruluydu. Aynı yıl Obama ABD başkanı seçildi.
Aradan iki yıl geçtikten sonra, 2010 yılında ABD Irak’taki askerlerini büyük oranda çekti. Çünkü aynı yıl, Irak’ta seçimlerin üzerinden 9 ay geçtikten sonra Şii Nuri Maliki’nin zorlu müzakerelerin ardından başbakanlık koltuğuna oturmasına İranlılar iki koşulun yerine getirilmesi şartı ile onay vermişti: İlki, İran ile uzun süredir iyi ilişkilere sahip Celal Talabani’nin cumhurbaşkanı olması, ikincisi ise Maliki ve koalisyon ortaklarının Amerika’nın Irak’tan tamamen çekilmesinde ısrarcı olmaları.

11eylulsaldirisi

Suriye’yi kaybedersek Tahran düşer

ABD’nin bölgeden çekilmesi ile İran’ın bölgeye askeri açıdan tek güç olarak inmesi aynı döneme denk gelir. Tıpkı Roma’nın çöküşünün Sasani’nin yükselişine denk gelmesi gibi. ABD’nin (Roma) Ortadoğu’da askeri anlamda büyük iddialardan vazgeçmesi ve sonrasında 2010 yılında ortaya çıkan Arap Baharı ayaklanmaları ile oluşan güç boşluğu İran (Sasani) tarafından titizlikle dolduruldu.
1400 yıl önce Sasani devlet ve ordu adamlarının Tifsun’da oturup gururla Ortadoğu’daki önemli başkentleri nasıl ele geçirdiklerini anlatmaları, Tifsun güvende olsun diye başka şehirleri viraneye çevirmekte kayda değer hiçbir ahlaki beis görmemeleri gibi, bugün de İranlı devlet, ordu ve hatta din adamları “Suriye’yi kaybedersek Tahran düşer” diyor. Tahran’ın güvenliği için Suriye’nin, Irak’ın viraneye çevrilmesinde hiçbir ahlaki beis görülmüyor.

2014’ün Eylül ayında, İran lideri Ali Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Ali Rıza Zekai, Bağdat, Şam ve Beyrut’un İran tarafından kontrolüne ek olarak, Yemen’in başkenti Sana’nın Husilerin eline geçmesinin ardından “üç Arap ülkesi bugün İran’ın elinde. Sana, İran devrimine katılma yolundaki dördüncü Arap başkenti oldu” açıklamasında bulunarak İran’ın bölgedeki jeo-politiği nasıl okuduğuna ve amacının ne olduğuna dair net bir resmi ortaya koyuyordu.

İran Devrim Muhafızları Komutanı Tümgeneral Mahmud Ali Caferi ise bütün diplomatik kaygıları bir yana bırakarak 12 Ocak 2015’te İran’a bağlı “200 bin silahlı gencin Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan ve Yemen’de hazır” olduklarını açıkladı.

Tahran, Irak’ta Maliki’nin mezhepçi politikalarının arkasında durarak halkı çatışmaya sevketti. Yüzde 12’si Nusayrilerden, yüzde 88’i ise sürekli baskı ve zulümle yönetilen Sünnilerden oluşan Suriye’de, İranlı akademisyen Sadık Zibakelam’ın da dediği gibi, Beşşar Esed’i 5 yıl önce Arap Baharı başladığında gerçek siyasi reformlar yapmaya zorlamak ve böylece Suriye’nin viran olmasını engellemek, 11 milyon mültecinin, 300 bin ölümün, IŞİD gibi insanlığın ve İslam’ın her türlü değerine düşman grupların ortaya çıkmasını önlemek, Yermük’teki Filistinli mülteci kampına rejimin saldırılarını, diğer şehirleri açlığa mahkum edişini görmek yerine, “devrimci direniş cephesi madalyonunu Beşşar Esed’in göğsüne takmayı” tercih etti. Yemen’de ise ülkenin üçte birini oluşturan Husileri, Tahran’ın jeo-politik çıkarları uğruna bedelini tüm Yemen halkının çok ağır ödediği, Sana’nın yerle bir olduğu bir savaşa sürükleyip, Şiilere hamilik misyonunu İslam dünyasının bütünlüğünü bozup Sünnileri, kontrolü altında tuttuğu bütün ülkelerde siyasal, sosyal ve iktisadi döngünün dışına itecek bir şekilde yaparken, buna karşı tavır alan bölge ülkelerini ise “düşmanların değirmenine su taşımak, Müslümanların birliğini bozmak”la suçluyor.

***

Tarih Bilinci adlı ünlü eserin yazarı İngiliz tarihçi ve aynı zamanda İngiliz istihbaratı MI6 için çalışan Arnold Toynbee, Ortadoğu’da sadece iki buçuk devletin var olduğunu söyler: Türkiye, İran ve buçuk sayılan Mısır.

Tahran modern, emperyal bir imparatorluk kurma hayallerini gerçekleştirmeye çalışırken aslında yozlaşan, adaletsiz, nefret biriktiren ve çökmekte olan bir dünya inşa etmeye çalıştığını görmeli.

Uzun ve neredeyse kesintisiz bir tarihe, devlet geleneğine sahip olan İran aklıselimle, tarihin “Nereye gitti o büyük Sasaniler?” dizesini her an yeniden olasılık dahilinde tuttuğunu fark etmeli. *Peter Heather

Benzer konular