30 Ağustos günü Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, haki renk askeri üniformasını kuşandı. Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun 90. kuruluş yıldönümü için düzenlenen geçit töreninde başkomutanı olduğu orduya konuşmak için hazırdı. Xi’nin törendeki konuşması, geleneksel Çin diplomasinden farklı, sert mesajlar içeriyordu. Xi, konuşmasında, Çin’in her zamankinden daha güçlü bir ordu ihtiyacı olduğunu söyledi ve ekledi, “Ülkemizi kimseye böldürtmeyiz.” Bu, son 30 yılda ekonomik gücünün yükselişiyle dünyayı etkisi altına alan Çin’in, artık bu gücünü siyasi ve askeri alana devşirme kararının somut ilanıydı. Ülkenin en büyük kara askeri eğitim üssü Curıha’da 12 bin askeri personel ve nükleer silahlar dâhil, ordu envanterindeki en gelişmiş araç, gereç ve teçhizatın hazır bulunduğu, adeta bir Hollywood prodüksiyonu izlenimi veren tören, bu mesajı pekiştiren unsur olarak öne çıktı.
Hedef hegemon güç olmak
Her geçen yıl uluslararası medyada Çin ve Doğu Asya merkezli daha çok haber görüyoruz. İlgili bölgede meydana gelen, siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmelere küresel anlamda daha çok dikkat kesiliyor, etkilerinin neler olabileceğine dair kafa yoruyoruz. Tüm bu genel çerçeve bize, aslında epey zamandır tartışılan, küresel siyasetin ekseninin Avrupa/Batı merkezlilikten, Asya’nın doğusuna kayma sürecinin tamamlandığını gösteriyor. Her ne kadar alışkanlıklar kolay terk edilmese de, her geçen gün Asya mahreçli haberlerin gündemin ön sıralarında yer alacağı artık bir kehanet değil. Çin, Hindistan ve ABD üçgeni tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hareketli. Tarafların karşılıklı olarak birbirilerini tarttıkları, vekilleri aracılığıyla verdikleri mesajları görmemek mümkün değil. Çin Devlet Başkanı Xi’nin önce Davos’ta küresel finansın hamisi olarak öne çıkması, Mayıs ayında, Tek Yol Tek Kuşak projesinin lansmanını birçok ülke liderinin katılımıyla yapması, iki uçak gemisiyle takviye ettiği donanmasını, Güney Çin Denizi’nden Akdeniz’e ve Baltık Denizine uzatarak güç yansıtımı yapması, ABD’nin 1945’ten bugüne sahip olduğu küresel hegemonyaya açık meydan okumaktan başka bir şey değil. Askeri üniformalı mesaj da bu meydan okumanın sert güçle desteklendiğinin net ifadesi.
Çin barışçıl büyüme projesinin artık sınırlarına ulaştığının farkında. Bu noktada bir yol ayrımında. Ya Avrupa Birliği gibi bir ekonomik dev ama siyasi cüce olacak ya da küresel bir hegemon güç konumuna yükselecek. Tercihin ikinci şık olduğu görülüyor. Cibuti’de 1 Ağustos itibariyle resmen faaliyete geçen ilk denizaşırı üssün varlığı da bu mesajı taşıyor. Çin donanmasının yakın zamanda, özellikle enerji geçiş yolları üzerinde hareketlilik halinde olması dikkat çekiyor. Kendisi için kritik Malaka boğazını kontrol altına almaya matuf manevralarda bulunup, Pakistan’la geliştirdiği yakın ilişki üzerinden Basra ve Umman Körfezlerine açılma stratejisini yürütürken, Cibuti’deki askeri üssüyle de Akdeniz’e uzanan bir koçbaşı kazanmış oluyor.
Stratejik yem Kuzey Kore
Çin, küresel hegemonyasını tamamlamak amacıyla, Avrupa’nın içlerinden, Latin Amerika ve Afrika’ya kadar etkinliğini artıracak stratejik adımlar atarken, ABD’nin önüne de çiğnemesi zor bir lokmayı attı. Bu lokma Kuzey Kore’den başkası değil. Kuzey Kore’nin 2017 yılı içerisinde hızlanan ve sıklaşan balistik füze denemelerinin, Çin’in küresel siyasi açılım politikası ile eşgüdümlü ilerlemesi bir rastlantıdan öte anlamlar taşıyor.
Pyongyang rejimi, ABD’nin Pasifik’teki iki önemli müttefiki Japonya ve Güney Kore’ye yönelik tehdidi ile Washington’un dikkatini bu bölgeye çekmeye zorluyor. Bu ise her geçen gün askeri ve siyasi kapasitesi zayıflayan ABD’nin stratejik dağınıklık yaşamasına ve kontrolü kaybetmesine neden oluyor. Pyongyang rejimi 2017’den bugüne gerçekleştirdiği her balistik füze denemesinde bir adım daha ileri giderek, Washington’u cevap vermeye zorluyor. Washington’un her zayıf cevabı ise Kuzey Kore üzerinden Çin’in hanesine yazılıyor. Çin, Doğu ve Güneydoğu Asya’daki ülkelere, “bölgede benim hesaba katılmadığım hiçbir gelişme başarılı olamaz” mesajı verirken, ABD’nin zayıflayan gücünün de adeta röntgenini çekiyor. Son olarak, Kuzey Kore’nin geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği ve binlerce kilometre mesafe kat ettikten sonra düşen balistik füze denemesi, bu stratejinin bir örneği kabul edilmeli. ABD’nin ilgili denemeye cevabı, Kore yarımadası üzerinde süpersonik bombardıman uçakları B-1B’leri uçurmak ve Başkan Donald Trump’ın Çin’in kayıtsız duruşunu şikâyet etmesinden ibaret kaldı. ABD şikâyet ede dursun, Kuzey Kore her geçen gün mesafe aldığı füze teknolojisi ile hem Washington’un güç algısını bozuyor hem de Güney Kore’yi ABD ekseninden ayrışarak Çin ile işbirliğine gitmesinin önünü açıyor.
‘ABD’nin sözüne güven olmaz’
Peki, ABD’nin Kuzey Kore’ye, daha önce Ortadoğu’da Irak ve Libya örneklerinde olduğu gibi askeri müdahale etme olasılığı var mı? Bu soruya net olarak “hayır” cevabını vermek mümkün. Irak ve Libya örnekleri Pyongyang için en büyük derslerin başında geliyor. Pyongyang, ABD’nin sözüne güven olmayacağını, müdahale için farklı bahaneler üretebileceğini akılda tutuyor. Bu nedenle de ABD’ye karşı caydırıcı unsurları bulundurmanın öneminin farkında. Kuzey Kore’nin diğer bir avantajı ise Güney Kore’nin yaklaşık 25 milyon nüfus barındıran başkenti Seul’ün, kendi sınırına 50 kilometreden daha yakın mesafede olması. ABD’nin olası bir saldırısında, Kuzey Kore’nin karşı cevabı vermesi halinde milyonlarca kişinin saatler içinde öleceği ifade ediliyor. ABD için bu göze alamayacağı bir maliyet olarak görülüyor. Tabii bir başka ve belki de en önemli nokta, Çin’in Kuzey Kore’nin arkasında her ne olursa olsun duran varlığı. Tüm bu veriler toplandığında ABD’nin Asya stratejisinin derin bir çıkmazla karşı karşıya olduğu görülüyor. ABD’nin Çin’in Kuzey Kore’yi öne sürerek el üstünlüğünü almasına cevabı ise Hindistan’ı bir denge merkezi olarak yükseltmek olduğu görülüyor.
Filmin sonu nükleer bomba mı?
Haziran ayı içerisinde Hindistan’ın milliyetçi başbakanı Narendra Modi ilginç bir dış ziyarete imza attı. Modi’nin üç günlük İsrail ziyareti, iki ülke arasında doksanlı yıllardan gelişmeye başlayan ilişkinin artık stratejik bir boyuta vardığını göstermesi açısından önemliydi. Bilindiği üzere iki ülke özellikle savunma sanayii alanında derin ve geniş bir ilişkiye sahip. İsrail, hem kendisinin sahip olduğu hem de ABD’den aldığı silah teknolojisini yıllardır Hindistan’a aktarıyor. ABD’nin bu ittifakın görünmeyen yüzünü oluşturduğuna şüphe yok. Hindistan’ın her geçen gün büyüyen komşusu Çin’den duyduğu rahatsızlığı kendi çıkarları için değerlendirmek isteyen Washington, Hindistan’ı siyasi, askeri ve ekonomik olarak destekliyor.
Sonuç olarak, dünya nüfusunun üçte ikisini barındıran Doğu Asya ve Hint Denizi bölgesi, 21. Yüzyılın gerçek hegemonunun kim olacağını belirleyecek. Çin’in bölgedeki her stratejik kazanımı, ABD sadece bölgesel değil küresel konumunu da sarsacak sonuçlara gebe. Son olarak ABD’de Pentagon’a danışılarak hazırlanan bir rapor hâlihazırda, ABD öncülüğünde kurulan küresel sistemin çözüldüğünü ve Washington hegemonyasının giderek zayıfladığını ortaya koyuyor. Çin, bu süreçte oluşan boşlukları ustaca manevralar ile doldururken, ABD gücünün çözülmesini hızlandıracak ve müttefiklerinin güvenini törpüleyecek adımlar atmaktan da geri durmuyor. Yukarıda dikkat çekilen raporda, kötü gidişatın durdurulması için tek çare askeri genişleme olarak değerlendiriliyordu. Bu askeri genişlemenin sonucu, ABD Pasifik Donanma Komutanı’nın “Trump emir verirse Çin’e atom bombası atarım” ifadesinin gerçeğe dönüşmesi mi olacak hep birlikte yaşayıp göreceğiz.