Katastrof zaten netameli/gıllıgışlı bir kelime. “Yıkım, felaket” anlamına geliyor ama aynı zamanda “tiyatro oyunu”nun sonu manasını da uhdesinde taşıyor. Hele bir de “asimetrik” olanı!? Dünyanın en ağır ve en çok dertle uğraşan ülkeleri listesi yapılsa- “belanın çeşitliliği” diye bir kavram olur mu?- ilk üçe ve yüksek olasılık birinci sıraya açık ara oturacak Türkiye’nin bütün dertlerini bu formül sona erdirebilir mi? Kuvvetle muhtemel. Yani ‘kuvvetli muhtemel’ değil, ‘kuvvet kullanırsanız’ muhtemel!..
Yoksa “İstanbul’da, durdurulan bir otomobilin bagajında 13 külçe, yüzde 97 oranında saf alüminyum ele geçirildi. Uzmanlar, füze başlığı imalatında kullanılan alüminyumların piyasa değerinin 46 milyon lira olduğunu bildirdi. Külçeler incelenmek üzere Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na teslim edildi. İstanbul Emniyeti’ne telefon açan bir kişi, yurda kaçak yollarla sokulan yüklü miktarda saf alüminyumun İran’a gönderileceğini ihbar etti. Füze başlığının yanı sıra nükleer enerji üretiminde de kullanılan külçe alüminyumlarla ilgili soruşturma sürdürülüyor” türünden, nereden baksan garip haberlere ümit bağlamak zorunda kalırsınız. (‘Bagajda 46 milyon TL’lik nükleer külçe’, 10/02, Sabah.)
Türkiye’ye yönelik çok ülkeli kuşatmanın hem Ankara’da hem bölgedeki ya da ilgili bütün başkentlerde indirgendiği tek bir soru bulunuyor. İstisnasız herkes bu büyük sırrı merak ediyor; ABD’nin planı ne? Herkes bu sırrın peşinde ve işin üzücü itirafı şu ki; kimsenin elinde herkesi eksiksiz ikna edecek bir yanıt bulunmuyor. “İkna edecek” lafı da önemli. Çünkü kendi meşrebine göre “büyük stratejist” okumaları yapanların sunduğu planların tamamı geniş kara delikler barındırıyor ve sahiplerini içine çekiyor.
Bir tanesi ile başedebilecek ülke yok
Arap yarım adasının en dibi Yemen’den Kuzey’e-Kırım’a… Afganistan-Pakistan’dan ilk aşamada Akdeniz-Kıbrıs’a iki paralelin kesişme noktasındaki bir ülke olarak Türkiye, bu haritanın tüm ağır faturalarının cem edildiği coğrafyayı kapsıyor. Suriye özelinden başlayarak, burnunun dibinde sözde birbiriyle kanlı-bıçaklı özde “mahallî müttefik” olan iki süper güçle yaşıyor. Dahası ikisiyle de gerginlik yaşayan bir ülke olmak, karşı karşıya kalınabilecek tehditler listesini kaç yüz maddeye çıkarmış olabilir? Birinci madde bu.
Düşünün ki, başı Kuzey Suriye koridorunda, kuyruğu Güneydoğu’da bir canavar ile 10 milyar dolar tüketmiş ve nüfusuna 3 milyon misafir eklemiş mülteciler maddeleri arkadan geliyor. Birleşmiş Milletler gibi asal ve esas işi bu tür insani dramlara engel olmak sayılan uluslararası örgüt size “aç kapılarını” diye hâlâ bir tür bonzailenmiş dille konuşuyor ve Ankara artık şaşkınlıktan küçük dilini yutma noktasına geliyor.
Her biri benim diyen bir veya birden çok ülkeyi çökertecek bu dertlerin tamamı Türkiye tarafından yönetiliyor. Ama bu madalyonun bir yüzü. İkinci yüzde o ilk soru bulunuyor; ABD’nin planı ne? Özellikle Suriye, genel olarak Ortadoğu için.
‘Aman Tanrım’: Amerika’nın planı yok mu?
Çünkü top-yekûn bir plan zaten artık görünmüyor. En popüler olduğu dönemin üzerinden bile pek az zaman geçmiş olmasına rağmen, “Büyük Ortadoğu Planı”ndan dahi söz eden kalmadı. (Aslına bakarsanız, neredeyse DAEŞ’in bile unutulmaya başlandığı şartlarda buna hiç şaşırmamak gerekiyor.)
Washington’un İran politikası dışında -ki kör görür- sonuçları ve bölgedeki Suudi Arabistan, İsrail, Türkiye, AfPak gibi ülkelerdeki “yansımaları” hariç- sonuçları şimdiden bilinemese de bir Tahran politikası mevcut. Fakat; Riyad, Tel-Aviv, Ankara, Bağdat, Kahire, Şam politikaları ile bunların birbirleriyle ilişkilerinden doğan tüm olası sonuç ve potansiyel risklerin bütünü hakkında ABD’nin planı ne?
Şu an için gazeteciler, akademisyenler ve “kanaat önderleri”nin elinde iki ihtimal bulunuyor. Bunlar tek başına tabloyu izah etmiyorlar ama en azından doğrular. Amerika’nın bölgedeki tutum ve davranışlarında gözüken tutarsızlık, hareketsizlik, vurdumduymazlık ve tehlikeli (‘YPG müttefikimizdir’ açıklaması) hareketlerin sebebi şunlardır…
Bir… Bilindiği gibi ABD Ortadoğu’da artık bulunmak istemiyor ve özellikle askeri varlık göstermek istemiyor. Bu bölgede ortaya çıkabilecek durumlarda bölgedeki müttefiklerinin vaziyet etmesini arzu ediyor. Irak vakasından sonra Obama hükümeti genel bir politik plan olarak bu bakışı üretti. Bu bakışın stratejik ayağında ise eninde sonunda ortaya çıkacak/patlayacak Asya-Pasifik (ABD-Çin) savaşlarının büyük önemi var. ABD, Ortadoğu’yu Rusya’ya bırakarak, (bir anlamda hediye etmek oluyor) asıl büyük savaşta Rusya’yı yanında tutmayı kuruyor.
Bu madde dediğimiz gibi doğru. Esasen, ABD’nin bu jestlerine ve gölge müttefik yaratma stratejisine Rusya’nın doğal olarak katılma eğilimi bulunuyor. Çünkü Rusya da Çin’in yükselişinden memnun değil. Yani bu plan doğru ise Rusya-Çin ilişkilerinin doğasının iyi anlaşılması gerekiyor ki mesele tam anlaşılsın. Fakat bu tam anlama hali aslında bu olası planının açığını da gösteriyor.
Çünkü, ABD’nin Çin ile ilişkileri Rusya’dan çok daha yüksekte ve gelişmiş. Evet, Moskova ve Pekin hem Pasifik’te hem de ve hatta Akdeniz’de ortak askeri varlık gösterecek, ABD’ye karşı genel/kaba bir hat kurdularsa da, son tahlilde şu cümle ezici bir hal alabilir; Rusya’nın Çin’e karşı ABD’nin yanında yer alması için ABD’nin -hem de- Ortadoğu’yu Moskova’ya hediye etmesine ihtiyaç var mı? İşte asıl soru bu!
Esasen Ortadoğu’nun bekçiliğini Rusya’ya bırakmak demek aynı zamanda enerjiyi ve yollarını da -zaten bir enerji hegemonu olan- Rusya’ya bırakmak demek ki, düpedüz ilintili biçimde Avrupa’yı gırtlağından yakalayıp Rusya’ya teslim etmek demek. Pek mantıklı gelmiyor.
Kaldı ki, “Asya-Pasifik” dengesini her durumu izah edici bir stratejik merhem olarak kullanmak hep elverişli değil. Zira güney yarım küredeki bu dengeyi kuzey yarım küredeki çözümsüzlükleri izahta kullanmak aklı -kesinlikle doğru tarafları var- işe yararsa da eski. Bunu yazan dış politika köşe yazarları ve kimi akademisyenler içinde en az beş yıl önce bunu fark edenler vardı ve şimdi bu
ipe sarılanlar tarafından -hadi küçümseme demeyelim ama – dünyayı küçük paftalarla açıklayanlar/anlayanlar tarafından “korku” ile izleniyorlardı.
Yani aslında hemen hepsi, eskiden çok gösterilmeye çalışılmış bir şeyin doğruluğunu yeni keşfediyorlar ve bulduklarının sevinci ile her yaraya sürüyorlar.
Seçim.. Önemli.. Hele Yahudi başkan seçilirse!
İki… ABD’de bu yılın sonunda Başkanlık seçimleri var ve 2017 yılının Şubat ayına kadar Washington’da işlevsel bir Oval Ofis olmayacak. Amerikan seçimleri esnasında ülke stratejik şuurunu yitirip politik midesine odaklandığından Ortadoğu gibi yüksek sorumluluklar üretebilecek alanlara hiç bulaşmamaya ve kazasız-belasız zaman bitirilmeye çalışılıyor. Obama zaten bir yıldır “topal ördek” sayıldığından şu anda bile işe yaramıyor ve böylesi bir durumda risksiz bir süreç “idare edilmeye” çalışılıyor.
Bu tez de kendi içinde tutarlı ve Amerikan iç politik dengelerinin ne kadar güçlü bir çekim, daha doğrusu donma alanı yarattığı ilkesine yaslanıyor. Ancak, hükümetten hükümete, başkandan başkana değişmeyecek, “devletin yüksek alî menfaatlerinin” korunması için kuşaktan kuşağa devredilen, yine bizzat Obama tarafından zikredilmiş, “Amerikan çıkarlarına dokunulmadıkça…” tespiti ne oluyor?
Asimetrik katastrof illa ani ve tam bir eylem haliyle gerçekleşmez. Bazen konjonktür kimsenin önleyemeyeceği biçimde bunu “geliştirir”. Deneyelim; İsrail ile Türkiye’nin yeniden uzlaştığı -eskisi gibi asla olmayacaktır ayrı konu- bir süreçte, ne Hillary Clinton ne de Donald Trump Başkan seçilmeyip, mesela bir Yahudi Beyaz Saray’a oturursa, Ortadoğu denklemleri açısından ne türden beklenmezler üretir? gibi…
ABD’nin planı neeee?
Yok!
Bununla yüzleşmek zorundasınız ve bunu sindirmek zorundasınız. Bölgedeki Amerikan varlığının azalmasının yarattığı “boşluk” hali nasıl bin bir grubu/yapıyı rahatsız etti ise, bunun kağıt üzerine dökülmüş “plan” hali zaten o demek. Bu o denli irite edici bir “duygusal boşluk” yaratıyor ki, aklı eren-ermeyen herkes nihai çıkış yolu olarak şunu bile söylüyor; “Bu bir Amerikan planı olamaz mı?” Yani “Hiçbir şey yapmama hali”?
“Yok”luk ile yüzleşmek ve bunu atlamanın ne denli riskli olduğunu bir an önce anlayıp, kendi planını boşluğa doğru üretmek yerine, “Amerika adına” plan üretip, rahatlamak ne demek? Kaldı ki, işte o “çıkarlar” noktasında ABD konuşuyor. Kimi “mini” planlar üretiyor. Hem de müttefiklerini üzmek pahasına hayata da geçiriyor. Bunda sorun yok. Ama ABD’nin bildiği bir çözüm de yok! Yani planı yok. Şu kadar rahat yazabiliriz, “bugün için” gidin Türk Dışişleri Bakanlığına sorun -malum, kanuni hakkınızdır- “ABD’nin ne düşündüğünü anladınız mı” diye. Eğer ciddiye alırlarsa, “bir şey düşünse anlayacağız da…” cevabını verecektir. Durum o.
Her ülke ‘hayırlı kaos’ yaratamaz!
Bölgedeki tüm darağaçlarını toptan sökecek bir “eylem” ne olabilir? Bu cümle kurulduktan sonra ilginç bir şekilde fark ediliyor ki, “ne”den çok, “kim” sorusu aranmaya başlıyor zihin altında. Ve bu bilinçaltının “Türkiye” dışında bir cevabı yok. İsteyen tek tek tüm ülkeleri sıralasın ve “neyi, neden, nasıl yapabilir” sorusunu denkleştirsin. Mesela, İran “şimdi” İsrail’i vurur mu? Mantıklı değil! Ama Türkiye, Suriye’ye askeri bir harekât düzenler mi? Mümkün olabilir. İsrail, bir Rus uçağını vursa, bu bile stratejik sonuç üretir ama katastrof yaratmaz. Ama Türkiye bir santim aşağı kaysa,
NATO-RUSYA burun buruna gelir. Bu “kabiliyete” sahip başka ülke yok ve zaten durdurulmak istenen tam da bu!
Ne yazık ki günümüzde katastrof/kaoslar “doğal” yollardan gelişmiyor. Yani bir “zamanlama” da aranan şartlardan. Örneğin Kobani krizi yaşanırken, Türkiye burayı işgal edip, çıkmasaydı… Bugün başka şartları konuşuyor olurduk. Acaba niye yapılmadı? Yine de, “Neden Türkiye tiyatro oyununun perdesini kapatacak ülkedir?” sorusunun yanıtı burada. Yukarıda çizdiğimiz haritanın kesişme noktasında Türkiye var da ondan! Basit…