11 Eylül saldırıları ile başlayan işgaller, yüzbinlerce insanın öldürülmesi, bombalamalar, büyük askeri koalisyonlarla devam eden “terörle savaş” konsepti, Ankara, Beyrut ve Paris katliamlarından sonra yeni bir evreye doğru evriliyor. Halihazırda ABD, Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana kurduğu en büyük koalisyonu “terörle savaş” konsepti üzerinden meşrulaştırıyor. Öte yandan Rusya’nın başını çektiği, İran, Irak, Suriye ve Çin’in kısmen destek verdiği karşıt bir blok da aynı retorikle aynı bölgeleri, kısmen de benzer aktörleri bombalıyor. Her halükarda, Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar olan “İslam kuşağı”, farklı ajandalarla ama aynı “terörle savaş” retoriği üzerinden kurulan bir meşruiyetle bombalanıyor. Terörle mücadele stratejisinin bu denli “askeri” müdahaleye indirgenmiş olması Afganistan işgalinden bu yana mütemadiyen başarısızlıkla sonuçlanmışken neden küresel aktörlerin ajandasında sosyolojiye, siyasal kapsayıcılığa, bölgesel realiteye göre belirlenmiş bir başka staretijiye yöneliş eğilimi yok? 2001’de işgal edilmiş Afganistan, o günden bu yana geçen süre zarfında daha mı güvenli bir yer? Irak’ın işgalinin üzerinden ise 12 yıl geçti.
Karşımızda Irak’a dair olumlu bir gelişme veya yakın geleceğe dair bir umut var mı? Afganistan- Kuzey Afrika hattı boyunca uzanan geniş bir coğrafyada çökmüş devletler, çözülmüş siyasal iktidarlar, bu boşluğu doldurmaya çalışan terör örgütleri, bu boşluktan yararlanmaya bakan küresel güçler, mutlak kazanananı veya kaybedeni olmayan ardı arkası kesilmeyen vekalet savaşları, talepleri bastırılmış geniş kitleler, öfkeli, aşınmış, umutsuz, tarihi yok edilmiş, geleceksiz uluslar… Sorulması gereken soru şudur: Küresel güçlerin cidden terörü bitirmek gibi sahici bir dertleri var mı? Varsa şayet, siyasal, iktisadi, sosyolojik kapsayıcılık, iyileştirme hiç hesaba katılmaksızın meselenin bir güvenlik stratejisine indirgenerek çözülemeyeceğini görmüyorlar mı? 873 düşünce kuruluşu, üç bine yakın kolej ve üniversitede on binlerce “düşünen” adamı olan ABD mesela, bunun farkında değil mi? Elbette farkındalar ve elbette farkında değillermiş gibi davranmaya devam edecekler çünkü küresel şiddet ve terör olmaksızın küresel hegemonya meşruiyet ve devamlılığını sağlayamaz.
Batı devleti Papalık kurumunun yargı ve ahlaki ilkelerini devşirdi
Akademik çevrelerde ve medyada dünyayı Batı ve Batı olmayan diye ikiye ayırma eğilimi vardır. Batı ve Batı olmayan ayrımında çoğunlukla, “Hıristiyan medeniyetinin taşıyıcısı olan devletler” ve bu medeniyeti “taşımayan devletler” mantığı esas alınmıştır. İddiaya göre, devletin kendisi özünde bir Hıristiyan medeniyeti buluşudur ve Ortaçağ boyunca Roma İmparatorluğu hukukunu, politik mirasını ve Papalık kurumunun yargı ve ahlakilik ilkelerini devşirip, yerel egemenliklerden oluşarak var oluşunu tamamladı.
Burada, şu itirazda bulunulabilir: Söz konusu ayrım Batı ve Batı olmayan arasında değil, devlet ve devlet olmayan arasındadır. Ancak devlet, Rönesans ve Aydınlanma Avrupası’ndan bugünkü modern formunu alması dolayısıyla “sınırları belli egemen bölgeler” olarak tanımlanmıştır ve bu özelliği ile de Batılı kabul edilmiştir. Bu tanımlamaya göre hukuki düzenleme, hukuku yapanlarla bu hukuka itaat edenler arasındaki sürecin güvence altına alınması açısından modern devletin de başlangıcıdır.
“Hukuk” ile düzenlenmemiş devletlerin durumu ise örtük bir feodalite halidir ki büyük oranda kişiler arası güç ilişkilerine dayanır ve varlığını da kurumsal olmayan bu kişisel güç ilişkilerine borçludur. Böyle bir devlette temsiliyet ve anayasanın çizdiği çerçeve ile mevcut yöneticinin arzu ve istekleri arasında temelde bir fark da yoktur. Yaşadığımız coğrafyada Türkiye ve İran istisnaları hariç, diğer devletlerin büyük çoğunluğu bu özelliği yansıtır.
Bu devletler, hukukla sınırlanmış otoritelerden çok, adeta feodalitenin bir özel egemenlik alanı, kişiler veya bazı aileler, bazı klanlar veya sektler tarafından kurulan mutlak bir yönetim biçimini yansıtır. Ortadoğu’daki bu devletlerde yürürlükte olan seküler veya dini hukuk, özellikle yorumlanması bakımından büyük oranda yönetenlere bağlıdır. Hatta yönetenlerce keyfi olarak değiştirilebilir veya tamamen ihlal edilebilir. Bu yönetici Saddam Hüseyin gibi tek bir kişi, bir parti, ya da Taliban gibi bir grup, ya da Suriye’de Hafız Esed döneminde başlayıp Beşşar Esed ile devam eden ve söz konusu üç özelliği barındıran, yani bir kişi, parti ve sekt tarafından üçlü bir mekanizma ile yönetilen bir yapı olabilir. Egemenlik bölgesi burada da modern devletteki gibi önemlidir. Ancak bu bölge hukukun hâkim olduğu bir alan olmaktan çok yönetenin bir sahiplik alanıdır.
Siyasal egemenliğin meşruiyeti
Tam da bu noktada, söz konusu bu devletlerin vatandaşlarının büyük bir kısmı, aslında kendi siyasal yöneticilerini ve sistemlerini meşru görmezler ve vatandaş ile devlet arasında tanımlanmış bir hukuk ilişkisi yoktur. İslami gruplar ise, bu ülkelerdeki siyasal egemenliği veya hukuku gerçek bir meşruiyet temeli olarak görmezler ve onu kabul etmeme eğilimindedirler. Ortadoğu’daki devletler, büyük oranda İslam ile olan sorunlu ilişkilerinden dolayı İslami gruplar tarafından kendisine sadakatle bağlanılması gereken meşru devletler değildirler. Bu devletlerin kendi vatandaşlarının gözündeki imajı çoğunlukla ya bir kişinin, ya bir zümrenin ya da Batılı devletlerin ve sermaye merkezlerinin güdümündeki kukla yönetimlerdir. Tam da bu noktada, bu ülkelerdeki vatandaşların çoğu ve İslami grupların ekseriyeti sadakatin devlete değil ilahi bir nizama karşı olması gerektiğini düşünürler ve kişisel sorumlulukların da bu ülkü ve onun buyruklarına uymak çerçevesinde ele alınması gerektiğine inanırlar. Böylesi devletlerde, devlet ile vatandaşları arasında çoğunlukla düşük düzeyli bir savaş durumu, mücadele, kimi zaman ise doğrudan sıcak çatışma hali bir rutine dönüşür.
Ortadoğulu vatandaşların kendi yöneticilerinin ülkelerinin menfaatlerine aykırı olacak bir biçimde Batılı devletlerle veya son dönemlerde bazı bölgesel güçlerle işbirliği içinde olduklarını düşünmeleri de devlet ile vatandaş arasındaki rıza sözleşmesini tamamen fesheder bir nitelik arz eder. Ortadoğu’da bugün bir kısmı kişisel güç ilişkileriyle, bir kısmı ise diktatörlük ile yönetilen birçok devlet ve o devletlerin yöneticileri, var oluşlarını ve devamlılıklarını vatandaşlarının doğal kabullerine değil, Batılı devletlerin koşulsuz desteğine borçludurlar.
Öte yandan, Batılı devletlerin hem kendilerinin hem de vatandaşlarının zengin ve özgür olduğuna dair imaj ise, Batı açısından bir yandan hegemonyasını psikolojik düzeyde devam ettirme imkanı sağlarken, kendisi için yeni bir tehdit formu olarak da ortaya çıkıyor. Mesela Ortadoğulu herhangi bir vatandaş, Batılı bir toplum veya bireyle ilişkiye girdiği andan itibaren bu zenginliğin kaynağını sorgulamaya başlar. Dahası, kendi ülkesindeki kötü ekonomik koşulları ve alabildiğine dar tutulmuş kişisel özgürlükleri, bastırılmış talepleri de sorgulamaya başlar. Bu sorgulama iki yönlü işler: Birincisi, bu sorgulamanın sonucunda kendi ülkelerindeki yöneticilerin ülkelerini Batılıların sömürüsüne açık tuttuklarını düşünürler ki bu kendi yöneticilerini hain ve Batı kuklaları olarak görmelerine neden olur. İkincisi, bu sömürüyü yaptığı ve onları amansız bir yoksulluk ve baskıcı sistemlere mahkûm ettiği için sömürgeci Batılı devletlere karşı da bir nefret veya öfke hisseder.
Şiddet ve küreselleşme…
Globalleşme devletler arasındaki sınırları fiziki olarak henüz aşındırmış olmasa da ortaya çıkan yeni imkanlarla bilginin sınır engeline takılmadan dolaşımını kolaylaştırdı. Batılı ülkelerin başkentlerinden veya metropollerinden uçaklar dünyanın dört bir tarafında uçuyorlarsa bu, aynı zamanda gittikleri ülkelerden de dolu olarak dönecekleri anlamına gelir. Batılı metropollere gelen insanların bir kısmı buralarda yaşamaya başlar. Buralarda kalmayı başaramayanların büyük bir kısmı ise hem kendi ülkelerine hem de Batılı devletlere karşı hissettiği derin nefret ve düş kırıklığıyla ya ülkesine döner veya böyle bir imkan yoksa daha düşük beklentilerle kabul edilebileceği başka ülkelere yönelir. Son bir kaç aydır AB üyesi ülkelerin sınırlarına dayanmış yüzbinlerce mültecinin durumu bunun somut bir örneğidir.
Globalleşme tek yönlü işleyen bir yayılma biçimi olarak vuku buluyor: Batı’nın kendi yerelini, normunu, kültürünü evrenselleştirmesi, buna direnenin ise “şeytanlaştırılması”. Ancak bu dalga Batı’ya sempati ve sevgiyi arttırmanın aksine düşmanlık ve nefreti arttırıyor. Bu nefretin bir kısmı Ortadoğulu menşeili şiddet eylemleri ile dışa vurdu. Bölgesel bir egemenlik veya seküler bir hukuk düzenine karşı sorumluluk hissetmeyen, politik yükümlülüklere dair bir algılaması veya kabulü olmayan, kendisine rağmen inşa edildiği için kendi ülkesindeki hukuk kurumlarını meşru görmeyen kişiler, bir yandan ülkelerindeki bu durumu değiştirmeye, diğer yandan bu durumun ana müsebbibi olarak gördükleri Batılı demokrasilere karşı şiddet eylemleri veya saldırılarla bu durumu ortadan kaldırmaya yöneliyor. Sosyal kimliğini ve sadakat bağlarını üzerinde inşa edebileceği bir zemin bulamayan ve kendi ülkelerindeki yöneticilerin uyguladıkları hukuk düzeninin keyfiliği ve baskısından da bunalmış olan kişiler, kendilerini devletlerine karşı vatandaşlık bağıyla bağlı hissetmezler.
Tam da bu noktada, artık modern dönemlerdeki birçok modern terör saldırısının globalleşme tarafından kolaylaştırıldığını kabul etmeliyiz. Globalleşme aslında, bir anlamda hukuk üzerine inşa edilmeyen devlet yapılarının bulunduğu ülkelerde büyüyen nefret dalgasının bir intikam girişimine dönüşmesini tetikliyor ve bu intikam girişimleri kendisini terör saldırılarıyla dışa vuruyor.
Öte yandan globalizasyon, aslında bir anlamda bütün bir dünya kültürünün Batı merkezli olarak homojenleştirilmesi veya melezleştirilmesidir. Bu açıdan, kendi yerel kimliklerini tehdit altında hisseden birçok kişi, bu dalgaya karşı bir savaşa tutuşuyor. Globalleşme bir yerde, tüm kimliklerin yok olması ve pazar ekonomisi çerçevesinde insani değerlerin ikincil plana itilmesi anlamına geliyor. Bugün terörist olarak adlandırılan birçok kimse aslında kişisel hakları ve adalet için savaştığını düşünüyor. Çünkü globalleşmenin sınır tanımayan gücü dünyanın birçok ulusu ve bireyi üzerinde dayanılmaz bir baskı oluşturuyor. Globalleşmenin küresel hegemonyası, bu hegemonyaya karşı küresel bir başkaldırı ve direnişi de beraberinde getiriyor.
Küresel hegemonyaya karşı küresel savaş
Bugün teröristlerin ya da terörist olarak adlandırılan kişilerin karşılarında savaştıkları güçlerin kimliği de terörün nitelik ve kimliğinin belirlenmesinde hayati bir öneme sahip. Terör bugün, küresel güçlere karşı savaştığını iddia ediyor. Savaştığı düşman küresel bir düşman olduğu için, terör ya da direniş de doğal olarak küreselleşmektedir. Küresel bir güce ya da güçlere karşı düzenli, düzensiz veya dağınık bir savaş veren gruplar, sadece stabil ve belirli bir alanda değil, küresel gücün dünya çapında en zayıf noktalarını bulup o noktadan saldırma yöntemini benimsiyor. Çoğu saldırı ise elbette bir küresel veya bölgesel gücün bir başka küresel veya bölgesel güce karşı yürütttüğü vekalet savaşı temelinde yürütülüyor.
Küresel güçlerin küresel emelleri veya iddiaları, küresel çapta gerçekleştirmek istedikleri projelere karşı yeni ve farklı, elbette ki retoriksel de olsa daha adil bir dünya söylemiyle karşı karşıya. Küresel güçlerin küresel düzlemdeki retorikleri kaçınılmaz olarak onlara karşı savaşan yerel grupların da bu iddialara karşı küresel iddialar üretmesini beraberinde getiriyor. Küresel hegemonik güçlerin kendi içkin karakteristiği onlara karşı savaşan terör gruplarının da küreselleşmesini kaçınılmaz kılıyor. Küresel gücün doğası, terör gruplarının da doğasını belirliyor ve kimi zaman bizzat terörizmi üreten başat faktörlerden biri oluyor.
Buna ek olarak, küresel güç, küreselleşme ile beraber dünya çapında gerçekleştireceği eylemler için de ciddi mazeretlere ve nedenlere ihtiyaç duyar. Örneğin Amerika’nın Afganistan ve Irak işgalleri için 11 Eylül gibi korkunç bir saldırı ciddi bir teşvik edici bahane olmuştur. Bugün ise IŞİD gibi korkunç vahşi bir örgüt üzerinden hangi bölgesel ve küresel şeytanların meşrulaştığına bakılırsa durumun değişmediği rahatlıkla görülür. Küresel çaptaki operasyonları için küresel gücün küresel çapta büyük tehditlere ihtiyacı var. Küresel güç, küresel çaptaki operasyonları için ihtiyaç duyduğu meşruiyet kaynağını küresel çaptaki meydan okumalarla kuruyor. Küresel güç var olmak, kendi iç kamuoyunu ikna ederek varlığını sürdürmek ve dünya üzerindeki egemenliğini süreklileştirmek istiyorsa, küresel çaptaki tehditleri üretmek zorundadır. Burada artık önemli olan gerçekte bir Taliban örgütünün ya da El-Kaide organizasyonunun veya IŞİD’in var olup olmadığı değil, bunların bir retorik olarak küresel güç veya güçlere operasyonlarında sağladığı inandırıcılık, meşruiyet ve küresel gücün operasyonları için üstlendikleri fonksiyondur. Dolayısıyla küresel güç bu örgütleri yaşatarak ve saldırganlaştırarak kendi operasyonları için de meşruiyet sağlar. Bu açıdan bakıldığında, terörün küreselleşmesinin küresel veya bölgesel hegemonik gücün varlığını sürdürebilme nedenlerinden biri olarak bizzat küresel güç tarafından sağlandığı ileri sürülebilir. Özetle terörizm bugün, bir yandan aslında yozlaşan, adaletsiz ve çökmekte olan bir dünyanın ürünüyken, bir yandan da küresel statükoyu korumaya çalışanlar için ürkütücü derecede işlevsel bir imkan alanıdır.