Bir hafta içinde uluslararası gündeme düşen iki fotoğraf, ABD-Avrupa birlikteliğinden kurulu Atlantik İttifakı’nın içine doğru çökerek patlamak üzere olduğunun sinyallerini veriyor. ABD Başkanı Trump’ın G7’de verdiği poz, son bir yılda Washington ve Brüksel-Paris-Berlin arasında yaşanan gerilimin geçici olmayacağını gösterdi. ABD, Avrupa yükünü ve 1945’in ittifak sistemini sırtında taşımak istemiyor. Buna ek olarak Avrupa’da “güvenlik psikolojisi” ve “ekonomik çöküş” Birleşik Avrupa hayalinin de solmaya yüz tuttuğunu göstermekte. Bir dönemin kudretli Brüksel’i, Avrupa başkentlerine söz geçirmekte zorlanıyor. Bir yandan Moskova diğer yandan Washington da, Avrupa’yı karıştıracak hamleler atmaktan geri durmuyor.
1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasının sonuçları itibariyle küresel sistemdeki dengeleri etkilemesi bekleniyordu. Ama bu etkinin Atlantik İttifakı çerçevesindeki Batı hegemonyasının çözülmesine sebep olacağını da kimse beklemiyordu. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması çözülme ya da ayrışma için gerekli ivmeyi sağladı. Atlantik’in iki yakasındaki ABD/Avrupa bağını birlikte tutan en önemli gerekçe bir anda ortadan kalkmıştı. ABD için Avrupa yükünün hafif hafif sırtından atmanın vakti gelmişti. Benzer bir gerekçe Avrupa, özellikle de kıtanın iki başat gücü Fransa ve Almanya için de geçerliydi. Washington’un devasa askeri gücünün Berlin ve Paris’in bölgesel ve küresel emelleri önünde pranga olmaktan çıkarılması için gerekli şart ve bahane artık masadaydı. Bir dönem dünya güç dengesini birlikte belirleyen Almanya, Fransa, Rusya mihveri yanlarına İngiltere’yi de alarak yeni bir başlangıç yapabilirlerdi. 1990’lı yıllardaki gelişmeler de, Atlantik ittifakının iki yakası arasındaki hedeflerde ayrışmayı gösteriyordu.
HER PROJE ELLERİNDE PATLADI
Avrupa, Topluluk’tan, Birlik yoluna değişmeyi önceliği olarak belirleyip, iç meselelere yoğunlaşırken, ABD, Sovyet etkisinin yok olmasıyla boşalan Geniş Ortadoğu’da hakimiyet sağlama mücadelesine ağırlık verdi. Atlantik’in iki yakası meydanı boş bulmanın da getirdiği etkiyle, küresel bir yeniden yapılanmayı değil yıkımı dünyanın kucağına bıraktılar. 1990 sonrası ellerine attıkları her proje büyük bir başarısızlıkla sonuçlanırken, dünyamızı da siyasi, ekonomik, sosyal ve çevresel felaketlere sürüklediler. 11 Eylül 2001 saldırıları ve 2008 Batı merkezli finans krizinin patlamasıyla Batı ittifakı kendi içine doğru çökmeye başladı. Batılı değerler olarak takdim edilen, demokrasi, insan hakları, serbest pazar ekonomisi ve küreselleşme gibi olgular, Atlantik ittifakı aleyhine çalışmaya başlayınca, önce aşınmaya bırakıldı, günümüzde ise tamamen terkedilme durumuna geldi.
İTTİFAKA İNANÇ GEVŞERKEN
8-9 Haziran günlerinde Kanada’da düzenlenen G7 liderler Zirvesi’nde, Almanya tarafından sızdırılan ve şimdiden tarihe mal olan, Trump ve ötekiler olarak adlandırabileceğimiz fotoğraf, sözünü ettiğimiz içeri doğru çökmenin nefis bir özetini oluşturdu. 20 Ocak 2017 tarihinde Beyaz Saray’da başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump’ın, ABD’nin geleneksel müttefikleri diyebileceğimiz ülkelerin liderleriyle her bir araya gelişi aslında G7’de yaşanan büyük krizin yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu. “America First-Önce Amerika” sloganıyla iş başı yapan ABD Başkanı Trump’ın ilk işi, selefi Barack Obama döneminde imza atılan, Washington’u küresel aileye bağlayan tüm uluslarararası ve bölgesel anlaşmaları hedef almak oldu. Görev süresinin üçüncü gününde Trans Pasifik Ticaret Anlaşması’ndan resmen çekildiğini ilan eden Trump, ABD’nin Kanada ve Meksika ile birlikte oluşturduğu Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı da yeniden müzakere etmek istediğini açıkladı. Trump’ın bir sonraki adımı Paris İklim Anlaşması’ndan ülkesini çekmek oldu. Bir başka hamlesi ise Atlantik İttifakı’nın savunma ayağı Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nü (NATO) tartışmaya açması oldu. ABD Başkanı’nın, katılacağı ilk NATO toplantısına, temayülleri bozarak, Suudi Arabistan ve İsrail üzerinden geçerek gitmesi, Washington’un 1945 sonrası kurulan ittifaka olan inancının eskisi kadar sağlam olmadığını da göstermiş oldu.
KENDİ BORUSUNU ÖTTÜRMEK İSTİYOR
Trump’ın, İngiltere’nin Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılmasıyla sonuçlanan Brexit sürecine verdiği açık destek de, Almanya-Fransa eksenine daha doğrusu Birleşik Avrupa hayaline atılan en büyük kazıklardan biriydi. Mayıs 2018’de ise Trump, Obama döneminin en somut diplomatik kazanımı olan İran nükleer anlaşmasından çıktığını açıkladı. Çıkmakla kalmadı, anlaşmada imzası olan ülkelere, İran’la işbirliği yaptıkları takdirde benzer yaptırımlarla karşı karşıya kalacaklarını beyan etti. Açık ki burada ilk hedef yine Almanya ve Fransa idi. Trump’ın altın vuruşu ise ilk başta sadece Çin’le sınırlı görülen ticaret savaşını geleneksel müttefiklerini hedef alacak şekilde genişletmesi oldu. Avrupa’dan ithal edilen otomobilleri hedef alması, alüminyum ve çelikte ek vergi uygulaması, G7 Zirvesi’ni vuran çığı oluşturan etmenlerdi. Artık açık ki ABD, kendini belirli bir eksene bağlayan hiçbir anlaşmaya ya da modele sıcak bakmıyor. Bunu da sadece sözlerle değil icraatlarıyla da göstermeye başlamış durumda. Trump yönetimindeki ABD, müzakere etmek, ikna olmak ya da ikna edilmek istemiyor. Kendi borusunun öteceği bir orkestrayı yönetmeyi tercih ediyor.
DER SPIEGEL’DEN AL HABERİ
G7 Zirvesi’nden Atlantik’teki gerilimi açık seçik gösteren fotoğrafı pekiştiren unsur ise Donald Trump’ın, sadece 3 gün sonra Singapur’da verdiği bir başka fotoğraf oldu. İlk kez bir ABD Başkanı’nın bir Kuzey Kore lideri ile bir araya geldiği Singapur’daki tarihi zirvede Trump, Kim Jong-un’a adeta kırk yıllık dostuymuş muamelesi çekiyordu. İki tarafın birbirlerine yönelik samimi ve sıcak jest ve mimikleri doğal olarak, Batılı ülke lideriyle Trump arasında yaşanan gerilim dolu anları yeniden gündeme taşıdı. Özellikle Trump ile Almanya Başbakanı Angela Merkel arasında Beyaz Saray’da esen soğuk rüzgarlar yeniden hafızalarda canlandı. Der Spiegel dergisi de Trump’ın geleneksel müttefikleriyle sorunlu ilişkisini tüm bu yaşananlar sonrasında sorgulayan bir yazıya imza attı. Yazının ana fikri oldukça basitti. ABD Başkanı, rakip ülke liderleriyle, geleneksel müttefiklerine nazaran daha rahat ve sıcak bir ilişki kuruyordu. Geçen sene “roket adam” olarak nitelediği Kuzey Kore lideri Kim’i, ilk buluşmada, “başarılı bir müzakereci ve ülkesine aşık bir lider olarak” nitelemesi de bunun en açık göstergesiydi. Halbuki aynı Trump, birkaç gün önce, bir sandalyede ellerini kavuşturarak oturup, Batılı liderlerin ikna çabalarına karşı Nuh deyip peygamber demiyordu. Hızını alamayan ABD Başkanı, kuzey komşusu, batı medyasının gözde yakışıklısı Kanada başbakanı Justin Trudeau’yu, twitter hesabından hedef alarak, zayıf ve ikiyüzlü diye açıkça hakaret etmekten de geri durmamıştı. Trump, Avrupa’ya ve diğer müttefiklerine artık açıktan meydan okuyordu: “Ya benlesiniz ya da rakibimsiniz.”
BİRLEŞİK AVRUPA HAYALİ BAŞKA BAHARA
Atlantik ittifakında ayrışma yüzeyde ABD-Avrupa ayrışması gibi görünse de, alttan alta bir başka tehlikede kendini göstermeye başladı. Bu da Avrupa içinde yaşanan yarılma. Bu yarılma hem güney eksenli hem de doğu eksenli yaşanmakta. Bu yarılmanın tetikleyici unsuru ise Neo-Nazi hareketler olarak tanımlayabileceğimiz aşırı sağ, popülist ve marjinal hareketlerin Avrupa’da siyasetin merkezine talip ya da hakim olması. Son bir yıl içinde, önce Avusturya sonra da İtalya gibi ülkelerde iktidara yükselen, Fransa’da Cumhurbaşkanlığı’na talip olan aşırı sağ/popülist siyasi partiler, Brüksel, Paris ve Almanya’nın uykusunu kaçıran kabuslar. Ve bu kabusun ciddiyeti son olarak Aquarius adlı, 639 mülteciyi taşıyan geminin Akdeniz’de çıkardığı fırtınayla net olarak görüldü.
KRİZ ARTIK BRÜKSEL’İ SARSIYOR
İtalya’nın ve Malta’nın kabul etmediği Aquarius, Akdeniz’in ortasında kalmak üzereyken İspanya tarafından kabul edildi. Ne var ki bu kabul tartışmaları dindirmedi. İtalya’da yeni işbaşına gelen aşırı sağcı ve sistem karşıtı koalisyon, artık Avrupa Birliği kararlarına uymayacağını ve yeni mülteci kabul etmeyeceğini açıkladı. Malta da benzer bir kararı izleyeceğini açıkladı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un İtalya’yı “sorumsuzluk ve umursamazlık” sözleriyle hedef alması Akdeniz’deki krizi bir anda Paris-Roma, dolayısıyla Brüksel’in krizine dönüştürdü. Roma, Paris’teki mültecilere temizleme harekatı uygulayan Elysee Sarayı’nın kendisine ders verir tonda hitap etmesine sinirlenmişti. İtalya Başbakanı Giuseppe Conte, Fransa’yı ikiyüzlülükle suçlarken, İtalya İçişleri Bakanı Matteo Salvini de “Macron sözlerinden dolayı özür dilemediği takdirde, Conte’nin Macron’la görüşmesini iptal edeceği” tehdidinde bulundu. Macron’un Partisi Cumhuriyet Yürüyüşü ise İtalyanlar’a “mide bulandırıcısınız” sözleriyle yükleniyordu. İspanya Dışişleri bakanı Joseph Borrell ise Brüksel’e yükleniyordu. AB’nin sığınmacı sorunu karşısında kafasını deve kuşu gibi toprağa soktuğunu savunan İspanyol Bakan, soruna acil çözüm bulunması gerektiğini belirterek, krizin patlama noktasına geldiğine işaret etti.
Birleşik Avrupa projesinin içe doğru çökerek patlama tehlikesiyle karşı karşıya olduğunun ilk emareleri güneyden gelirken, kıtanın doğusu da benzer bir tehlikenin kaynağı. Avusturya’da işbaşına gelen aşırı sağ tandanslı koalisyon da artık Brüksel’in sözlerine fazla kulak kabartmıyor. Almanya-Fransa etkisi altındaki Brüksel’in kendi sorunlarına çare bulmakta zorlandığını düşünen Birliğin doğu kanadının üyeleri de kendi çözümlerini kendileri bulmak arayışında. Son olarak Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz ile Almanya başbakanı Merkel arasında yapılan görüşme de bunu teyit ediyor. Merkel Kurz’a, Avrupa ülkelerinin birlikte hareket etmesi gerektiğini vaaz ederken, Kurz muhatabının karşısına “güvenlik” merkezli bir öneriyle çıkıyordu. Avusturya Başbakanı, “Biz bilinçli bir şekilde güvenlik konusuna odaklanıyoruz. İç güvenliği sağlamak için göç konusunun çözümüne ihtiyaç var.” diyordu. Merkel’in ziyaretinden sadece birkaç gün önce, Avusturya’dan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de geçtiğini hatırlatmakta fayda var.
İKİ AĞIZLI BIÇAK RUSYA
Avrupa’da yaşanan bölünmede Moskova’nın oynadığı role de kısaca dikkat çekelim. Bu rol aslında iki ağızlı bir bıçağa benziyor. Bu ağızlardan birisi, Avrupa’nın doğu sınırlarında arttığı hissedilen Rusya baskısı sonucu, Polonya, Romanya gibi ülkelerin, Brüksel’den ayrışarak Washington’un kanatları altına sığınma ihtiyacı hissetmesi. İkinci ağız ise Avrupa iç siyasetine çalışıyor. Putin’in bir rol model olarak yükseldiği bu ayakta, AB ülkelerinde yükselen aşırı sağ siyasetin Kremlin’le giderek artan ilişkisi ve karşılıklı desteği içeren yakınlaşma, yukarıda görüldüğü gibi Brüksel’in altını oyan özelliğe sahip. İtalya’da yeni hükümetin, Avrupa’da merkez ülkelerdeki trendin aksine, Rusya ile yakın ilişkiler kurmayı hedefleyen koalisyon programını buna örnek gösterilebilir.
ABD BÜYÜKELÇİSİ’NDEN AÇIK TEHDİT
Washington’un da Brüksel’in altını oyma konusunda boş durmadığı geçtiğimiz günlerde ortaya çıktı. Küresel düzeyde, Trump yönetiminin Avrupa’ya karşı hamlelerini kısaca özetlemiştik. Buna karşın ABD’nin Avrupa iç siyasetine müdahil olma konusunda istekli olduğuna ilişkin somut örnek yoktu. Bu örnek de geçen hafta ABD’nin Almanya Büyükelçisi Richard Grenell’in sözleriyle verildi. Mayıs ayında görevine başlayan Grenell, ilk olarak Avrupa ülkelerini İran’la ticaret yapmamalarına yönelik uyarısıyla gündeme gelmişti. Grenell adeta bir sömürge valisi tonuyla yaptığı açıklamada, “İran’da iş yapan Alman şirketleri operasyonlarını derhal durdurmalıdır” ifadeleri kullanmıştı. Başta Almanya olmak üzere Avrupalı ülkeler bu sözün etkisini üzerlerinden atamadan, Grenell bu seferde, Trump’ın medyadaki en büyük destekçilerinden Breitbart’a verdiği röportajla yine gündeme geldi. Grenell, röportajda Avrupa’daki sağcı hükümetleri ve siyasetçileri güçlendirmeyi kendisine görev edindiğini söyleyerek, Almanya’nın ise kısıtlı savunma harcamaları nedeniyle caydırıcı bir orduya sahip olmadığını savunmuştu. Washington Berlin’e net mesaj veriyordu: ”Karşıma çıkarsan seni içeriden çatlatırım. Bana direnecek gücün de yok.”
YENİ DÜZEN DOĞARKEN
Atlantik İttifakı 1945’ten sonra en derin ve ciddi sınamayla karşı karşıya. İttifakın hem dış hem de iç etkilerle temelinden sarsılmakta. Rusya, Çin, Hindistan, Türkiye gibi güç merkezleri bir kez daha tarih sahnesine dönerken, Batılı hegemonya, ayakta kalmak için yeni çareler arama peşinde. Bu noktada ABD’nin artık Avrupa’nın siyasi, ekonomik ve güvenlik masraflarını yüklenmek istemediği görülmekte. Bu durumun yalnızca Trump’la sınırlı kalmayacağı da ilerleyen dönemde daha fazla anlaşılacaktır. ABD destekli büyüyen Avrupa birliği ise hem ekonomik hem de siyasi olarak yitirmekte. Brüksel her geçen gün söz hakkını yitirirken, Madrid, Roma, Viyana vd. yeniden gücü kendi ellerine alarak, oyun planları kuruyorlar. Atlantik ittifakı çökerken, geçici ortaklıklar ve yeni denge arayışları arasında başka bir düzen doğuyor.