Hazine Bakanlığı eski yetkililerinden, Washington merkezli Amerikan Dış Politika Konseyi (FPC) karşıterör uzmanı Avi Jorisch bundan tam beş yıl önce, 6 Kasım 2012 tarihinde US News için bir yazı kaleme almıştı. Yazının başlığı gürültü koparacak cinstendi, hayli kışkırtıcıydı. “Birleşik Arap Emirlikleri’ni kara listeye alın” diyordu başlık. Yazının spotu da en az başlık kadar kışkırtıcıydı.
“Birleşik Arap Emirlikleri diğer ulusların güvenliğini tehlikeye atıyor. Bariz hale gelen bu tehdidi durdurmak için harekete geçmeliyiz.”
Kara para aklama merkezi neresi?
Ne diyordu Jorisch?
“Çoğu ülkenin güvenliği Arap yarımadasındaki küçük emirlikler konfederasyonu olan Birleşik Arap Emirlikleri yüzünden tehlikede. Genel itibariyle Batı müttefiki olarak görülen bu sahte dost, çetecilere, silah kaçakçılarına, uyuşturucu tacirlerine, cihatçılara ve düzenbaz rejimlere hizmet veren bir bölgesel finans merkezi olarak dikkat çekiyor. Beyaz Saray ve Mali Eylem Görev Gücü (G7 tarafından terörizmi finans, para aklama gibi konularda mücadele vermek için kurulmuş bir birim) şu ana dek bu tehdidi bertaraf etme noktasında başarılı olamadı. Birleşik Arap Emirlikleri’nin finansal hizmet sektörü, temel olarak nakit ile altın, elmas gibi değerli madenleri esas alan bir piyasaya yapısına sahip. Şer aktörleri tarafından istismar edilmeye son derece açık gayrıresmi bir bankacılık sistemi olan havale, bu piyasanın olmazsa olmazı. Ülke, aynı zamanda ABD ve Birleşmiş Milletler tarafından terörizme ve kitlesel imha silahlarının yayılışına destek olma suçlamasıyla kara listeye alınan bazı bankalara da ev sahipliği yapıyor. Şer aktörleri sanal yoldan hiçbir engele takılmaksızın paralarını dünyanın dört bir yanına transfer ederken Birleşik Arap Emirlikleri’nin sağladığı imkânlardan faydalanıyor”
İran bankaları nerede üslendi?
Jorisch’e kulak vermeye devam edelim.
Birleşik Arap Emirlikleri, terörizme ve nükleer silahların yayılmasına yataklık yapan İran finans kuruluşlarına ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler ve ABD tarafından kara listeye alınmış Sepah, Milli, ve Saderat gibi bankaların Birleşik Arap Emirlikleri’nde şubeleri var. İran’a yapılan yaptırımları atlatmak için bu şubeler legal görünümlü para faaliyetleri yürütüyorlar. Eldeki kayıtlara bakılırsa Dubai’de İranlılar tarafından işletilen 10 bin civarında işyeri mevcut.
11 Eylül’ü finanse eden şebeke
11 Eylül Komisyonu tarafından yazılan rapora göre Birleşik Arap Emirlikleri saldırıların arkasındaki finansal gücün merkez adresi konumunda. Saldırılar öncesinde El Kaide’nin ülkedeki havale şebekesini yaygın olarak kullandığı göze çarpıyor. Dahası, teröristlerden birine, Mervan el Şehi’ye transfer edilen paranın göndereni de Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki bir döviz bürosu. Usame bin Ladin’in kız kardeşlerinin Afganistan’daki ağabeylerine para transfer ederken Birleşik Arap Emirlikleri finans sistemini kullandıkları biliniyor. Bu transfer işine aracı olanlardan Dubai’de yaşayan Şeyh Said’in 11 Eylül teröristlerinden üçüne para transferi yaptığı da ortaya çıkmış durumda.
Tipik Amerikan tavrı
Bir ülke düşünün ki, hem küresel kara para aklama merkezi olacak, hem ABD yaptırımlarına rağmen İran finansının kalbi sayılacak, hem de üstüne üstlük 11 Eylül olaylarının finansal destek hattı olduğu raporlara yansıyacak. Ve olmayan kimyasal silahları bahane ederek Irak’a giren, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ABD bütün bunlardan habersiz olacak. Avi Jorisch gibi ABD’ye yıllarca hizmet vermiş karşıterör uzmanı bir maliyeci, en iyi bildiği konuda kalem oynatıyorken bunu iddia etmek mümkün olabilir mi? O zaman bütün bu yazılanların başka bir bağlama matuf olduğunu düşünmek gerekiyor. ABD’nin Birleşik Arap Emirliklerine “parmak sallaması” olarak görmek lazım olan biteni. Avi Jorisch’in kaleme aldıkları, “Haberim var lakin göz yumuyorum. Sana tayin ettiğim çizgileri aşmaya kalkarsan bütün bunlar aleyhine delil olarak kullanılacak” anlamına geliyor. Tipik bir ABD şantajı yani.
Önce vur sonra uçak sat
ABD’nin Ortadoğu’da uyguladığı şantaj stratejisi, ana eksende Pers-Arap çekişmesi ve Şii-Sünni ihtilafı gibi tarihi derinliğe sahip ayrışmalar üzerinden kurgulanıyor ancak konjonktürel ihtilafları değerlendirmeyi de ihmal etmiyor. Birleşik Arap Emirlikleri gibi yakın müttefikler bile şantaja muhatap olmaktan kurtulamıyor. Trump’ın göreve gelişiyle birlikte yenilenen kurgunun merkezinde yine şantaj var. Obama döneminde 11 Eylül iddianamesiyle köşeye sıkıştırılan Suudi Arabistan’ın Trump tarafından ilk ziyaret edilen ülke olarak seçilmesini buradan okumak lazım. Suudilerin kıstırılmışlığını çok iyi bilen ticaret kökenli Trump, durumu bir şantaj olarak kullanmakta tereddüt etmedi. Suudileri 110 milyarlık silah satışına ikna etti. Bu ziyaret, bölgede yeni bir ittifakın başlangıcı olarak tarihe geçti. Trump’ın onayıyla Katar’a karşı cephe alan Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri-Mısır-Bahreyn ittifakı ABD için yeni bir şantajın kapısını aralamakta gecikmedi. Bir yandan “Ortadoğu seyahatim esnasında radikal ideolojinin artık desteklenmemesi gerektiğini ifade ettim. Liderler Katar’ı işaret ettiler. Bak sen!” diyerek Katar karşıtı ittifakı destekleyen açıklamalar yapan Trump’ın diğer yandan Savunma Bakanı Mattis’i 12 milyar dolarlık bir anlaşma için görevlendirip Katar’a 72 adet F-35 uçağı satması gözlerden kaçmadı.
Zarrab davası şantaj stratejisinin ürünü
Birleşik Arap Emirlikleri örneği ortada duruyorken Türkiye’yi “İran’a dönük yaptırımları ihlal etmek”le suçlamaya çalışmak, bunun üzerinden “uluslararası teröre yardım ve yataklık” tezi devşirip Erdoğan’dan yeni bir Saddam figürü çıkarmaya yeltenmek ABD’nin şantaj stratejisinin Türkiye ayağını oluşturuyor. Son gelişmelere bakıldığında Zarrab’ın adının iddianameden çıkarılarak bir “itirafçı”ya dönüştürülmesi hemen hemen gerçekleştirilmiş gibi. Arap coğrafyasını büyük oranda hizaya getirmeyi başaran Yanki, bütün gücünü bundan sonra Türkiye üzerine yoğunlaştıracak, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. ABD, kendi ekseninden çıkmış bir Türkiye’yi kabullenemedi, kabullenemeyecek. Bunun intikamını almak için eline geçirdiği her türlü kullanışlı aparatı kullanmaktan imtina etmedi ve asla etmeyecek. Zarrab davasından neyin hedeflendiği gün gibi açık. 2013-2016 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye Masası sorumlularından biri olarak çalışan Amanda Sloat’ın sözlerini hatırlatmakta yarar var. Ne diyordu Sloat:
“Zarrab, Halk Bankası, diğer bankalar yahut devlet görevlilerinin icraatları hakkında yıkıcı ifşaatlarda bulunursa ekonomik göstergeler daha kötüye gidebilir. Erdoğan’ın içerdeki desteği zaten belli bir oranda ekonomik başarıya endeksli. Zayıf düşmüş bir ekonomi, 2019 seçimlerinde Erdoğan’ın beklentilerini boşa çıkarabilir.”