AB’den Türkiye’ye Hristiyan ol gel bana

Küresel politikanın domino taşları devrilirken, evrilir de…

1940’ta Fransızlar Almanlar’a yenildiğinde, hükümet açısından iki başlı bir durum ortaya çıktı. Fransa kolonileri/mandaları İngiltere’ye giden De Gaulle ile işbirlikçi bir hükümet kuran Vichy arasında seçim yapmak zorunda kaldılar. Suriye ve Lübnan’daki vali ve yetkililer Vichy’i tercih etti. Kısa süre içinde Suriye ile Lübnan, Arap dünyasında Nazi propagandasının/etkisinin önemli bir üssü haline geldi. Ortadoğu’yla hasbelkader ilgilenmiş hemen herkes, daha sonra bu etkinin Suriye ve Irak’taki BAAS partilerinin/politikalarının öncülleri olduğunu bilir. Ta ki Rus/sosyalist etkinin bu eğilimi de evriltmesine kadar…

Elbette bu öykünün de (d)evrildiği yerler var. Bugün Batı’nın (özellikle ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa) yeniden ve bir şekilde etkin olmak istediği, bunun önündeki engelleri de ‘pikselize’ etmeye çalıştığı, Suriye, Irak, Filistin, Libya, vb. toprakları istemelerinin nedeni de temel olarak, Avrupa-Ortadoğu veya işin en yalın haliyle İslam’a yönelik rahatsızlıklarında kendini gösteriyor.

Bunu en iyi anlayan, yukarıdaki girizgâhtan günümüze, hem “şahit” hem “oyun kurucu/oyunu bozucu” sıfatıyla Türkiye geliyor. Bu noktadan sonra da öykü “modernleşerek”, AB-Türkiye, AB-Almanya-Türkiye denklemine dönüşüyor…

‘İslam’dan vazgeçmeleri yetmez, Hristiyan olmalılar” 

Günümüz konjonktürü bu Avrupalı/Batılı olmanın gereğini dayatan şartın çok şükür uzağında. Hatta tersinin geliştiğini iddia eden, yani Avrupa’nın İslamlaştığını söyleyenler var. Ancak, Batı-İslam/Türkiye kutuplarının birbirini iten yüzlerini anlamak için şu kadar eskiye gittiğini, daha da eski örneklerinin olduğunu bilmek, görmek gerekiyor;

1693’te bir Quaker (Religious Society of Friends-Dostların Dinî Derneği üyesi) olan bir İngiliz, aynı zamanda ABD’de Philadelphia kentiyle Pennsylvania kolonilerinin kurucusu William Penn, “Avrupa Barışının Bugünü ve Geleceğine Yönelik Bir Deneme-An Essay Towards the Present and Future Peace of Europe” başlığıyla, Avrupa devletleri için anlaşmazlıkların ortadan kaldırılmasını, böylelikle savaşların önlenmesini amaçlayan bir örgütlenme önerdiği küçük bir kitap yazdı. Penn burada, o dönemde yaşayan biri için dikkat çekici biçimde, bu Avrupa Birliği’ne (elbette bugünkü Avrupa kurumsal kimliğinden bahsetmiyor ama aynı ruhtan bahsediyor) Türkiye’nin/Türklerin de alınmasını önerdi. Bu önemliydi. Tek koşulu Türklerin İslam’dan vazgeçmesiydi. Dahası, yetmez, Türklerin Hıristiyanlığı benimsemeleriydi. (“Faith and Power: Religion and Politics in the Middle East”, 2010.)

Başaramadıkça kötüleşiyor

Bu kadar erken dönemde Türklerin dinleriyle bağlarını koparmasının gerekliliğinin tespitine şaşıranlar olabilir ama Müslümanlar için dikkatle akılda tutulması gereken, bu ve benzeri -erken/geç fark etmez- yüksek politika “tavsiyelerinin”, günümüz Batı/özellikle de Avrupa-Alman politikalarının zihin altında temellendiği, hâlâ yaşadığıdır. Avrupa’nın bugünkü temel ögelerinin bunun başarılması için neler yaptığıdır. Başaramadıkları noktalarda ne kadar “kötüleşebildikleridir”.

Kaldı ki bugün genel olarak Avrupa özel olarak Almanya, konjonktürel gelişmeler nedeniyle güçlerini tamamen yitirmedilerse de pratik/operasyonel kabiliyetleri eksilmiş görünmektedir. Şimdilik!

Esasen bu “geleneğin” devam ettiğine ilişkin en kuvvetli en taze ve en güçlü pratik yaşanmışlık daha bu sene içinde ve bizim gözlerimizin önünde hayat buldu.

Kısmen önem vererek işaretledik, kısmen aktüel gelişmeler içinde sıradan bir haber olarak üzerinden atlayıp geçtik…

“Kök” üzerinden gitmemiz gerekiyor; İslam tarihi ve İslam-batı ilişkileri konusunda uzman ve popüler figürlerden olan, bizim açımızdan hayli kaygan görüşleri de bulunan Bernard Lewis şöyle diyor:

“Müslüman’ın kimlik ve sadakat algısı ile diğer dinlerin kimlik ve sadakat algıları arasındaki farkı gösteren çarpıcı bir örnek de uluslararası ilişkilerin yürütülme biçimlerinde görülür. Hristiyanlık dünyasındaki devletlerin başkanları ya da dışişleri bakanları ne Hristiyanlık zirvesi konferanslarında bir araya gelirler ne de içlerinden herhangi bir grup şu ya da bu kiliseye olan güncel veya geçmiş bağlılıkları temelinde toplantı yaparlar”.

Bu çok önemli bir vurgudur ve bugün Doğu ile Batı arasındaki temel soruna işaret eder. Tabii aşağıdaki örnek berbat ve yüzlerce yıllık bir ikiyüzlülüğü ortaya çıkarmasaydı…

Papa Parlamentosu! 

Bu genel kural şimdiye kadar çalıştı.

Sonra…

Papa Franciscus, AB’nin temeli kabul edilen Roma Anlaşması’nın 60. yıl dönümü törenleri dolayısıyla AB liderleri ile 27 üye ülkenin devlet ve hükümet başkanlarını Vatikan’daki Apostolik Saray’da kabul etti. Birliğin 60. yaşına geldiğini, bunun olgun ve kritik bir yaş olduğunu dile getiren Papa, Avrupalı liderlere, bu uzun yılların getirdiği bazı kaçınılmaz hastalıklar olduğunu belirterek, yeni etkili adımlar atmaktan çekinmeme ve kendi yürüyüşlerine devam etme çağrısında bulundu. Konuşmaların ardından Papa, AB ve üye ülkelerin liderleriyle Sistine Şapeli’nde aile fotoğrafı çektirdi.

O fotoğrafları hatırlamayan yoktur. Yani, Avrupa Birliği ülkeleri, liderleri bir kuralı yıktılar. Böylesi temel bir kabulün şimdi “aleni” olarak çiğnenmesi, Avrupa’nın dayandığı/sıkıştığı/sığındığı noktayı, kendini güvende hissettiği, ‘anne karnı’na dönme arzusunu gösteriyor. AB’nin kökü odur.

Bizim açımızdan şaşırtıcı bir durum yok. Nitekim, Cumhurbaşkanı da bu toplantıyı ilginç bir metafor yaparak değerlendirmişti; “Gittiler Vatikan’da tüm AB üyesi ülkelerin liderleri, kuzu kuzu orada oturdular ve Papa’yı dinlediler. AB’ye Türkiye’yi 54 yıldır niye almıyorlar anladınız mı? Olay tamamıyla, açık ve net söylüyorum, Haçlı ittifakıdır”. (‘Papa’nın kuzuları, kuzuların sessizliği’, 05/04, Yeni Şafak.)

Benzer konular