İsrail meselesi
Siyonist Kongrelerinin tertipçisi Theodor Herzl, Sultan 2. Abdülhamid Han hazretleri ile görüşme talep etmişti. Herzl, Osmanlı Arşivleri’nde yer alan randevu mektubunu 30 Nisan 1899 yazmıştır. Sultan hazretleri ise randevu talebine bir yıl cevap vermez ve nihayetinde Herzl’i 19 Mayıs 1901’de kabul eder.
Siyonist Herzl mektubunda, Sultan’dan, çeşitli ülkelerde baskı altına alınan “çaresiz” kardeşlerine sürekli ve güvenilir bir sığınak oluşturmak amacıyla kurulan Siyonizm adına Filistin’den yerleşim yeri ister. İddia edildiği gibi, Theodor Herzl Filistin’de para karşılığı bir toprak talep etmez. Sadece “zulüm” gördüğünü iddia ettiği Yahudilerin Filistin’de iskânına izin ister.
Bunun yanı sıra Londra’da kurdukları “Müstemirat-Museviye Bank” aracılığıyla, Osmanlı’ya uygun mali yardım ya da kredi teklif eder ve şöyle der dilekçesinde: “Mali yardımlarımızı çok uygun şartlarla elde edeceksiniz. Yabancı denetimden kurtulmanızı teklif ediyoruz.”
Bilindiği üzere Sultan hazretleri bunların tümünü reddeder. Zira siyasi dehası, basiret ve feraseti sayesinde gizlenen gayeyi bilmektedir. 1. Cihan Harbi’nde Yahudiler, Çanakkale’de İngilizlerin safında “Katır Bölüğü” adıyla Osmanlı’ya karşı savaşır. İngiliz ise 1916’da Filistin’i işgal eder. İsrail Faşist devletinin kurulmasının zemini hazır edilince, 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti ilan edilir. Dönemin İsmet İnönü iktidarı, zaman geçirmeden İsrail’i tanır.
Filistin’in küçük bir bölümünde kurulan İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa, SSCB ve pek tabii olarak Amerikan’ın büyük desteği ile işgal ve katliamlarını aralıksız sürdürür. Bugün de hem bölgenin, hem de dünyanın başına bela olmaya devam ediyor.
İran ve Suudiler yüzünden açlığın kol gezdiği ülke
1517 yılında Osmanlı idaresine giren Belkıs’ın ülkesi Yemen, 1918 yılında Osmanlı’nın tasfiyesiyle birlikte kendi kaderiyle baş başa kaldı. 1839 yılından 1990’a değin San’a merkezli Kuzey ve Aden merkezli Güney olarak ikiye bölünmüş bir ülke şeklinde yaşadı. Güçlü aşiret yapılanmaları nedeniyle merkezi hükümetin bir türlü toparlayıcı otoriteyi sağlayamadığı bir ülkedir Yemen.
Birleşik Yemen’in ilk Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih, 1978 yılından bu yana gelen 33 yıllık devlet adamlığı tecrübesini ülkeyi idare etmekten çok iktidardaki varlığını pekiştirme ve servet yapma lehine kullanınca hoşnutsuzluk had safhaya ulaşmıştı.
‘Arap Baharı’ ülkeyi vurduğunda, yıllardır Husilere yatırım yapan İran için beklenen fırsat doğmuş oldu. O karmaşada başkent San’a dâhil ülkenin önemli şehirlerini bir bir işgal eden Husiler ile İran yayılmacılığına set çekmek isteyen Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyon arasındaki savaş hâlen devam ediyor.
Dış güçlerin Yemen üzerinde verdiği hükümranlık savaşının bedelini ise her zaman olduğu üzere masum siviller ölüyor. Yemen’de bilanço ağır: Son üç yılda 85 bin çocuk açlık nedeniyle can verdi. 22 milyon insan, insanî yardıma muhtaç durumda. Altyapısı tamamen çöken ülkede içme suyu ve elektrik gibi temel ihtiyaçlar karşılanamaz halde. Buna tıbbî destek yokluğunu da eklemek lazım. Ülkede kolera salgını kol geziyor. Ali Abdullah Salih öldürülse de, İran ve Suudilerin mezhepçilik hastalığı Yemen’i 2019’da ümmetin ilgisine muhtaç hâle getirdi.
Libya: Yeşil kitaptan kan gölüne
Bugün Libya denince akla Kaddafi ve yaşlanan iç savaş gelse de, Ömer Muhtar ve onun İtalyanlara karşı sergilediği muazzam direnişi Libya için akla gelmesi gereken ilk şeydir. Ülkeye direnişçi kimliğini veren Senusilik tarikatı, Kurtuluş Savaşımıza da destek vermişti.
İtalyanlar tarafından yüzyıl önce Osmanlı’dan koparılan Libya’nın Türkiye ile ilişkileri hep üst seviyede devam etti. Ülkedeki ilk başbakanlardan biri, tarihçi Orhan Koloğlu’nun babası “Arap kaymakam” olarak bilinen Sadullah Bey idi.
1969 yılında Albay Muammer Kaddafi, Kral İdris es Senusi’ye darbe yaptığında, Libya kralı Türkiye’de bulunuyordu. Ülkeyi 42 yıl adeta demir yumrukla yöneten Kaddafi’nin sonunu da ‘Arap Baharı’ yalanı getirdi.
20 Ekim 2011 günü linç edilerek öldürülen Kaddafi’den sonra, ülke bir iç savaşa sürüklendi. Aşiret yapılanmasının güçlü olduğu ülkede, CIA tarafından yıllarca Libya için hazırlanan eski General Hafter karakteri dikkat çekiyor. BAE-Mısır hattı tarafından desteklenen Hafter, şu an ülkedeki en büyük güç odağı.
Bingazi bölgesine egemen Hafter’in rakibi, BM tarafından desteklenen Trablus’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti. Ülkenin güneyinde yer alan Fizan bölgesinde Afrika kökenli aşiretlerin egemenliği söz konusu. Bir zamanların petrol zengini Libya’sında ciddi bir insanî kriz yaşanıyor.
7 milyona yakın nüfusun 2 buçuk milyonu temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda. 2011 yılında 280 milyar doları bulan milli gelir, iç savaş nedeniyle 2015’de 60 milyar dolara kadar indi. Bölünmüş haldeki Libya belki yeni kahramanını, yani yeni Ömer Muhtar’ını bekliyor. Fakat bu kahraman kesinlikle dış güdümlü Halife Hafter olamaz.
Belki şu notu da eklemek gerekiyor ki, katledilen Kaddafi, Kıbrıs çıkarmasında batının ambargosuna uğradığında Türkiye’ye silah ve petrolü bedava gönderen kişiydi. Ömer Muhtar ve Çağrı filmlerinde de onun büyük bir katkısı vardı. Libya şimdi Kaddafi’yi arıyor.
Irak işgali tam gaz sürüyor!
Libya’da Kaddafi 42 yıl, Yemen’de Ali Abdullah Salih 33 yıl, Irak’ta Saddam ise tam 24 yıl hüküm sürdü. 1979 yılında iktidarı fiilen ele alan Saddam, ertesi yıl İran’a savaş açtı. 8 yıl süren savaşın sonunda bu kez de Kuveyt’i işgal etti.
Kuveyt işgalinde, Amerika’nın Bağdat elçisi April Glaspie’nin fena halde dolduruşuna gelip tuzağa düşmüştü. Sam Amca’nın en sadık müttefiklerinden biriyken, bir anda batı kamuoyunda “Ortadoğu’nun Hitler’i” olarak lanse edilmeye başlandı. Laik Baasçı zihniyete sahip Saddam’ın, Amerika’ya karşı cihad ilan edip, bayrağına da “Allah-u Ekber” yazısını ekletmişti. Ne kimseye yarandı, ne de kimseyi ikna edebildi.
20 Mart 2003’te Irak’ı bombalamaya başlayan Amerikan askerleri, 15 gün sonra Bağdat’a girdi ve asıl savaş işte tam da o gün başlamış oldu. Amerikan işgaliyle birlikte mezhep ve etnik çatışmalar türbülansına sokulan ülke, adeta komaya girdi. Şehirlerde Şii ve Sünni mahalleleri düşman ülke topraklarına dönüştü.
Ülkenin kuzeyinde Amerika tarafından şımartılan etnik ayrımcılık, Baas Arapçılığının kötü bir kopyası hâline geldi. DEAŞ belâsı icat edilerek, zaten perişan durumdaki ülke yeniden bir terör ve iç göç dalgasına maruz bırakıldı. Amerikan’ın Irak’ı işgalinden bu yana tam 16 yıl geçti. Ancak hâlâ işgalin mirası olan anarşi ortamından yakasını kurtaramayan bir Irak var bugün. Amerika’nın, Tahran’ın insafına terk ettiği ülkede tam bir Şii fetişizmi yaşanıyor.
Dünyanın en önemli petrol ülkelerinden biri olan Irak’ta gelirler, “Bağdat çetesi” tabir edilen bürokratlar ve politikacılar tarafından yağmalanmaya devam ediliyor. Bu yolsuzluğun boyutlarının yüz milyarlarca doları geçtiği sır değil. Açlık, işsizlik, iç çatışmalar, sürekli patlayan bombalar yüzünden şehirler bir bir ayaklanıyor. Halk gelecekten umutsuz, hatta Saddam’ı bile arar durumda. Kısaca, Irak’ta işgal ne bitti, ne de yakın gelecekte bir ümit ışığı söz konusu.
Karabağ hâlâ işgal altında
Çarlık yıkılmış, yerine Yahudi Lenin idaresinde SSCB kurulmuştu. Ankara’dan gelen emir, Rus askerlerinin 27 Nisan 1920’de Azerbaycan topraklardan geçmesine izin veriyordu. Sovyetlerin Kızıl Ordu’su, Anadolu’da yaşananlardan da istifade ederek, 11 Mayıs 1920’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’ni işgal etti. Bu İslam yurdu, artık Komünist yönetimin eline geçmişti. SSCB 28 Nisan 1920’de yıkılınca, Azerbaycan halkı direnişe geçti. 18 Ekim 1991’de Rusya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti.
Çok güçsüz ve silahsızdılar. Ermenistan elinde ise SSCB’nin silahları, ardında ise Rusya vardı. Buna güvenen Ermenistan, Azerbaycan toraklarına girerek büyük bir soykırıma imza attı ve Dağlık Karabağ’ı işgal etti. 25 Şubat 1992’de Hocalı şehrinde büyük bir katliam yapıldı. Demirel-İnönü hükümetinin, kardeş Azerbaycan’ı yalnız bırakması üzerine güçsüz Azerbaycan çaresiz olarak 5 Mayıs 1994’de ateşkes kararını kabul etti. Aradan geçen 25 yıldan fazla bir süredir bu işgal sürüyor.
Bu süreçte Azerbaycan iktisaden ve askerî açıdan oldukça güçlendi. Ermenistan tarafı ise ekonomik ve siyasî çalkantılara gark oldu. Ancak Rusya başta olmak üzere Avrupa hep Ermenistan’ın yanında yer aldı ve almaya devam ediyor. Ermenistan işgal ettiği toprakları iâdeye yanaşmıyor. Küçük çaplı da olsa çatışma eksik olmuyor ve Azerbaycan geçtiğimiz yıl topraklarının yüzde 5’ini geri aldı. İşgal sürdüğü müddetçe, Azerbaycan’ın yüzü gülmeyecek ve zulüm devam edecek. Bölge her an karışabilir ve savaş yeniden başlayabilir.
Antarktika üzerinde savaşlar
Savaş artık Antarktika kıtası üzerinde buzulların arasında sürüyor. Antarktika, dünyayı çepeçevre kuşatan buzullar dünyası. Ya da yaygın ifadesiyle, içinde ülke bulunmayan Güney Kutbu’nu içeren kıta.
14,4 milyon kilometre karelik devasa bir alana sahip olan dev kıta, buzullarının yanı sıra ihtiva ettiği petrolle de ünlü. Yerleşik bir hayatın olmadığı Antarktika’da bazı devletlerin yerleşik insanlı araştırma istasyonları bulunuyor. Bu istasyonlarda bin ila 5 bin kişi yaşıyor.
Her hangi bir hükümeti olmayan kıtada, çeşitli ülkeler bazı bölgelerde hükümranlık iddia etse de bu hukukî bir mahiyet taşımıyor. Muhtelif ülkeler ilmî faaliyetler için üs ve istasyonlar kurmuş durumda. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, Antarktika’da Türk Bilim Üssü kurmak için 2019 yılında yeniden Antarktika’ya gidileceğini ve üssün temelinin atılacağını açıklamıştı Nisan ayında.
“Önce bilim üssümüzü kuracağız, sonra da ‘danışman ülke’ statüsüne geçmek için başvurumuzu yapacağız” diyen Özlü, faaliyetlerin Cumhurbaşkanlığı himayesinde, Bakanlık uhdesinde ve İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Kutup Araştırmaları Uyg-Ar Merkezi (PolReC) koordinesinde yürütüleceğini belirtmişti. Bu kapsamda Türk Antarktik Seferi Ekibi (TAE) oluşturuldu. Ekibin faaliyetleri için TÜBİTAK tarafından bir milyon avro tahsis edildi. 2017’de 9 kişilik bir ekip, “1. Ulusal Antarktik Bilim Seferi” yapmıştı. 2018’de yapılan “2. Ulusal Antarktik Bilim Seferi”ne ise 28 kişilik bir ekip katıldı.
Boş yere Mars hayalleri kurdurulan insanlığın önünde daha keşfedilmemiş koskoca bir kıta duruyor. Üstelik çok da bâkir bir kıta. Bu nedenle, hem 2019’da, hem de ilerleyen on yıllarda Antarktika gündemimizden hiç düşmeyecek.
Mısır’da çağdaş Firavunlar dönemi
1952 yılında Kral Faruk’u alaşağı edip Kavalalı Hanedanı’na son veren Hür Subaylar darbesi, 1953 yılında cumhuriyetin ilanı, peşinden 1954 yılında Cemal Abdünnasır’ın yönetimi ele geçirmesiyle neticelendi.
1971 yılına kadar devam eden Nasır yönetimi, Arap coğrafyasında sosyalist eğilimli Arap milliyetçiliği akımını başlattı. İlk örnek 1958-1961 yılları arasında denenen Birleşik Arap Cumhuriyeti oldu. Mısır-Suriye birlikteliği sadece üç yıl sürebildi. Fakat Nasırcı hareket bir kere yol almıştı.
1968 yılında Irak’ta, 1969 yılında Libya’da Nasırcı çizgide askerler iktidarı ele geçirdiler. Nasırcı sosyalist Arap milliyetçiliği, İslamî düşünceyi kendisine tehlike olarak görüyor, ders kitaplarında Osmanlı dönemini emperyalist bir dönem olarak kötülüyordu.
İsrail ile girilen bütün savaşları kaybeden Nasırcı hareketin bir balon olduğu belliydi ve bunun hıncını coğrafyadaki İslamî akımları ezerek çıkarma yolunu tuttu. Mısır’ın ilk çağdaş Firavun’u Nasır sahneden çekilince, yerine Hür Subaylar grubundan arkadaşı Enver Sedat geçti. Enver Sedat başta İslamî hareketlere nisbi bir yumuşama gösterse de, 1979 yılında İsrail ile imzaladığı Camp David Anlaşması sonrası işler değişti.
Bunun bedelini 1981 yılında suikasta uğrayarak ödeyen Sedat’ın yerine başka bir firavun olan Hüsnü Mübarek geçti. 30 yıl süren Mübarek yönetimi, boyunca Mısır kayda değer bir ilerleme göstermedi. Fakat Mübarek ailesi servetine servet katmaya devam etti. Arap Baharı Mübarek iktidarının sonunu getirirken, ülke tarihinde ilk kez gerçekleştirilen özgür seçimleri Muhammed Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler Partisi kazandı.
Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı sadece 1 yıl sürebildi. 3 Temmuz 2013’te Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi darbe yaparak iktidarı ele geçirdi ve çağdaş firavunlar dönemini tekrar hortlatmış oldu.
Keşmir Krizi
1947 yılında arkasında kanlı bıçaklı Pakistan ve Hindistan devletlerini bırakarak bölgeden çekilen İngilizler, Keşmir krizini pimi çekilmiş bir el bombası gibi iki ülkenin arasına bırakmayı ihmal etmedi. Çünkü bu İngiliz’di ve her yerde aynını yapıyordu.
Normal şartlarda nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in Pakistan’a iltihâkı gerekiyordu. Ülke meclisinde alınan karar da bu yönde olmuştu. Ancak Müslüman mahallesine İngilizler tarafından atanan Sih inancına bağlı Keşmir yöneticisi aynı fikirde değildi. Hindistan askerini bölgeye çağıran yönetici, daha sonra soluğu Londra’da aldı.
Bugün itibariyle Keşmir üç ülke arasında bölünmüş durumda. Ülkenin yüzde 45’i Hindistan işgalinde, yüzde 35’i Pakistan kontrolünde, yüzde 20’si ise Çin egemenliği altında bulunuyor. Hindistan egemenliği altındaki Cammu ve Keşmir eyaleti, ülkenin aynı zamanda Müslüman çoğunluğa sahip tek eyaleti konumunda.
Birleşmiş Milletler kararına göre, Hindistan’ın eyalette referandum kararı alması, halkın tercihine saygı duyarak gerekirse bölgeden çekilmesi gerekiyor. Ancak işgalci Hindistan’ın böyle bir niyeti bulunmuyor. Pakistan ile Hindistan’ı üç kez savaşa sokan Keşmir krizinin en mağduru olan kesim elbette bölgede yaşayan Müslüman halk. Hindistan tarafından ayrımcılığa maruz bırakılan Keşmir Müslümanları, Hint güvenlik güçlerince sürekli olarak taciz ediliyor, hak talepleri kanlı bir şekilde karşılık buluyor.
Afganistan durulmuyor
25Aralık 1979 günü başşehir Kâbil’e giren Sovyet askerleri, dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu. SSCB’yi yıkıma götüren hadiseler zincirinin Afganistan yenilgisiyle başladığı biliniyor. Diğer yandan Müslüman dünyada ‘Afgan cihadı’ olarak bilinen sürecin, İran’daki Humeyni devrimiyle aynı zaman dilimine denk düşmesiyle küresel İslamî hareketleri ciddi anlamda etkilediği su götürmez bir gerçek.
Rusları ülkeden çıkarmayı bir şekilde beceren Afgan cihadı sonrasında savaşan grupların giriştiği iktidar savaşı ise üzerinde çokça düşünmeyi hak ediyor. Tacik lider Burhaneddin Rabbani’nin elindeki başkent Kabil’e, Peştun lider Gülbeddin Hikmetyar tarafından hücum edildiği günleri gayet iyi hatırlıyoruz.
Farklı grupların başkente hâkim olma savaşına 1996 yılında Kâbil’i ele geçiren Taliban hareketi son veriyor. 11 Eylül sonrası ABD tarafından günah keçisi olarak ilan edilen ülke bu kez Amerikan işgaline maruz kalıyor. Kürevî terörle savaş konseptinin ilk kurbanı olan Afganistan, hâlâ güvenli bir ülke olmaktan uzak.
ABD destekli Afgan yönetiminin başkent Kâbil ve civarı dışında sözünün geçtiğini söylemek mümkün değil. Nitekim gerek ABD, gerekse Afgan hükümeti, Taliban ile zaman zaman masaya oturuyor. Bu arada dünyadaki uyuşturucu trafiğinin en önemli rotalarından birini Afganistan’dan Avrupa’ya ulaşan hat oluşturuyor. Dünya afyon üretiminin yüzde doksanı Afganistan topraklarında yapılıyor. Ve bu kirli paranın CIA tarafından kontrol edildiği sık sık dile getiriliyor.
Kanayan yara Suriye
Ortadoğu coğrafyasında ‘Arap Baharı’ sonrası dikkatlerin en fazla üzerinde toplandığı ülke Suriye oldu. Suriye’de 1971 yılından bu yana devam eden Baasçı Esed iktidarının en belirgin özelliği, Arap Milliyetçiliği tezinin arkasına ustalıkla gizlediği mezhepçi yapılanmaydı.
Ülkenin ancak yüzde on beşini oluşturan Nusayrilik, Hafız Esed’in uzun iktidarı boyunca devlet kademesindeki en kritik noktaları elde etti ve kendi bürokratik yapısını oluşturdu. Sosyalist Arap milliyetçiliğinin mezhepçi kanadını oluşturan Suriye Baasçılığı bu yönüyle Irak Baasçılığından ayrılır.
Bu iki farklı yaklaşım düşman kardeşler olarak bilinir ve Esed yönetiminin Irak ile ilişkileri hiçbir zaman iyi olmamıştır. İslamî oluşumları en büyük tehdit olarak gören Esed yönetimi, 1982 yılında büyük bir vahşete imza atarak, Müslüman Kardeşler hareketinin Suriye kolunu ezmek için Hama kentine saldırdı. On binlerce insanı katleden rejim güçleri şehri haritadan sildi.
Suriye halkı bu yapılanları hiçbir vakit unutmadı. 2000 yılında ölen Hafız Esed’in yerine oğlu Beşar geçti. İktidarının ilk yıllarında dünyaya açılma politikası izleyen oğul Esed’in özellikle Türkiye ile yakın ilişkileri, kemikleşmiş Nusayri bürokrasisini fazlasıyla rahatsız etti. Bu yakınlaşma, bölgeye dair planları bulunan diğer ülkelerin de hoşuna gitmiyordu.
2011 yılında Arap Baharı Suriye’ye ulaştığında, halkın daha fazla özgürlük taleplerine Nusayri bürokrasisinin aşırı sertlikle cevap vermesi büyük bir savaşın fitilini tutuşturmaya yetti. 2011 yılından bu yana geçen 7 yıllık zaman diliminde ülke tam anlamıyla bir harabe halini aldı. Yarım milyon civarında insan hayatını kaybetti. 22 milyonluk nüfusun yarısından fazlası yerinden olurken, yaklaşık 6 milyon insan soluğu yurtdışında aldı. Sadece Türkiye’de bulunan Suriyeli mülteci sayısı resmi rakamlara göre 3 milyon 594 bin kişi.