Çocukluğumuzdan da hatırlıyoruz: Birçok dost arasında birini en yakın dost, arkadaş, kanka seçiyorduk. Sırlarımızı, aşklarımızı, hayal kırıklıklarımızı, kızgınlıklarımızı onunla paylaşıyorduk. Annemiz bizi azarladığında, testlerimizde birkaç eksik puandan şüphelendiğimizde, derse istediğimiz gibi hazırlanmadığımızda, sığınağımız o arkadaş oluyordu. Ve bir gün (mutlaka o gün vardı hepimizin hayatında) bu arkadaş bize sırt çevirdiğinde, sırrımızı başkasına ifşa ettiğinde, çocukluğumuzun en ağır anlarından birini yaşıyorduk. Hastalıklarımız, haklı haksız gördüğümüz velilerimizin azarlayışları, abla ağabeylerimizden yediğimiz dayaklar (bunların da haklı ve haksızları vardı), oyuncak bebeklerimizin kırık kol veya bacakları, oyuncak arabalarımızın koparılmış tekerlekleri, hepsi bir tarafa, bu “kankamızın” ihaneti daha ağır basıyordu. Kırgınlığımız, acımız geçmek bilmiyordu. Hatta bu acımızı paylaşacağımız kimsenin olmayışı daha çok canımızı acıtıyordu. Büyüyorduk, olgunlaşıyorduk, fakat çocukluğumuzdan hatırladığımız, o dönemden ileri yaşlara götürmekte olduğumuz, hepimizin en büyük acısı bu oluyordu. Kimimiz inançla, takvayla, masivaya sığınarak bu acıyı hafifletmeye çalıştık, olmadı. Kimimiz her şeyi rasyonalize ederek acısını dindirmeye çalışıyordu, bu da olmadı. Yeni dostluklar, kardeşlikler, sevgiler… Yeni komşularımız, sınıf arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız, heveslerimiz… Her bir sevgi, her bir dostluk bir nevi sarhoşluk. Sarhoşluklar ve ayılmalar. Acılar dolu olgunlaşma süreci.
Yugoslavya’da milletler arasında zorunlu bir eşitlik-kardeşlik kuralı vardı. Yani, yasal olarak öngörülmüş. Aksini yaptın mı, konuştun mu, medeni hakların kaybetme tehlikesiyle hapis cezası uygulanırdı. Bunun meyvesi olarak karma evlilikler, nikâh şahitlikleri, dostluklar, kankalıklar, samimiyetler ortaya çıktı. En azından saygı. Sözde bile olsa. Kimimiz farklı gruptan birine en içten güven duyuyordu. O çocuklukta kankamıza karşı hissettiğimiz güven. Sevgi, saygı, ekmek, ev, sırlar paylaşması bu güvene dâhildi. Ve savaş günleri geldi. Ramazan Bayramı arifesi hafta sonu Sırp komşularımız, dostlarımız arasında kimileri aniden akraba ziyaretine koştu. Şehir dışına. Savaş başlayınca dönmediklerini, gittikleri yerlerde kaldıklarını duyduk. Yine de aynı acı duygusu. Bireysel değil toplumsal da olsa, acının şiddeti aynı.
Arkadaşlarımız, komşularımız arasında şehit mezarlığına yatırılmış olanlar vardı. Öldürülmüş kadın ve çocuk naaşları mezarlıklara yatırılmaya başlamış. Artık sayamaz olduk. Falan Sırp filanca Hırvat veya Boşnak damadını, gelinini öldürmüş diye duymaya başladık. Sonra katliamlar, tecavüzler, toplama kampları, toplu mezarlıklar… Savaş ve kayıplardan öte ihanet acısı ağır basıyordu.
Evet, bunlar saldırmış, Hırvat komşularımız saldırmaz, onlar yanımızda, ülkeyi koruruz diye ümit ediyorduk. Ne yazık ki ümitlerimiz suya düşmüştü. Nasıl yani? Bunlar tarih boyunca müttefiklerimiz (yalan, ama inanmak istediğimiz yalan) sayıları o kadar çok değil. Toplama kampları, işkenceler, tecavüzler… Falan arkadaşım artık aramaz oldu, ona bir şey olmasın diye endişelendim. Haberlerde, yeni kurulan Özerk Hırvat Bölgesi’ne geçip oranın hükümetinde bakan olduğunu duyuyorum. Canımı acıtan ihanet. Ve yıkılmış Mostar Köprüsü. Ve yıkılmış Vitez Camii.
Boşnak komşularımız ihanet etmez, Bosna için savaşıyoruz, yedek vatanımız yok. Ülkemiz evimizdir, birine misafir olarak gidip kendi evimize dönmek zorundayız. Başka vatan yok. Dost ülkeler var, Allah razı olsun dostlarımızdan, fakat ihtiyacımız bize ait olan, bizi biz eden vatan. Bu veya şu bahaneyle ülkeyi terk eden arkadaşlarımız oldu. Biz savaş kaçağı derdik. Erkek, kadın, genç, yaşlı, kim olursa olsun… Sırf gittiklerinden bize ihanet ettiklerini hissediyorduk. Bu ihanet açlıktan, kayıplardan, fakirlikten, şarapnellerden, keskin nişancıların mermilerinden bile daha çok canımızı acıtıyordu.
İnancımız, itikadımız bir tarafa, aklıselim bir tarafa; insanlık hali, bu acıyı hiç bir şey dindiremezdi.
Belki biz de bireyler ve millet olarak ihtiyari veya gayriihtiyari olarak birine ihanet ettik, fakat suçluluk duygusuyla yaşamak zor. Ne zor, yaşanmaz. Yaşanırsa, buna yaşam denmez. Öbür dünyada müebbet cehennem cezasıyla inandığımız Hakk’ın yüzünü görmemektense yaptığımız zulüm veya ihanet karşılığında dünyada ceza görmeyi kabul ediyoruz.
Savaşın bitiminden bu yana yirmi iki yıl geçti. Fakat savaş sırasında zulmeden, soykırım yapan, toplama kamplarında mahkûmlara işkence uygulayan insanlar bugüne kadar yargılanmadı. Onlar yargılanmadan, ihanetleri yüzünden ceza görmeden biz ilerleyemiyoruz. İçimizi kemiren o acı var. Ve savaş sırasında bizimle birlikte aynı apartmanlarda, mahallelerde yaşayan, aynı sıralarda sınıflarda okuyan, aynı birliklerde bizimle omuz omuza savaşan Sırp veya Hırvat arkadaşlarımıza endişeyle bakıyoruz. Hımmm, belki onlar da Çetnik veya Ustaşaların gizli taraftarlarıdır. Beşinci kol. İçimize de bir kötülük girmiş. Onlar da bizden uzaklaşmaya başladılar. Bu arada biri gelip kulağına fısıldıyor: “Sakın ha, bak bugün sana söylüyorum, kaydet bir yere, bu düşmandır.” Hayatın kâbusa dönüşüyor, içini bir yalnızlık duygusu kaplıyor. Tedbirdesin; haksızlık, ihanet, zulüm kimden gelir diye tetiktesin. Öz kardeşinin bile sırf yaptıklarına değil, bakışlarına bakıp farklı farklı bir yorum çıkarmaya çalışıyorsun. Sen de seni seven, takdir eden birine haksızlık yapma imtihanına giriyorsun. İçinde o sevdiğin, saydığın, güvendiğin insandan görmüş olduğun ihanetin acısı var. Dinmek bilmeyen acı. Suçlular cezalarını görene kadar. Dünya adaletini istiyorsun, fazlasını değil.
Eski dost düşman olmaz, olsa da yakışmaz derler. Olsa, o kadar acıyor ki yaşatmaz derim. İnsanı intikama sürükler. Bir de herkes kendi kafasına göre intikam almaya başlarsa, kaos olur. İntikamda adalet olmaz. İntikam insanı karanlık tarafa sürüklüyor. Bu yüzden adalet kadar önemli bir şey yok.
Neden bunu size anlatıyorum? Anlayabilirsiniz, geçen sene bugünlerde dost, kardeş bildiğiniz insanlardan net olarak ihanet görmüş bir toplum olarak yirmi küsur yıl boyunca içinde kıvrandığımız posttravmatik sendromu anlayabilirsiniz. Az değil, kardeş bildiğiniz biri ihanet etmiş. Bunun gibi örnekleri her toplumda her gün görüyoruz: Severek evlenen eşler ayrıldıktan sonra birbirlerine düşman oluyor, kardeşler miras davası için birbirlerine giriyor, düne kadar kanka olanlar farklı çıkarlar için birbirlerine düşman kesiliyor, en yakın sınıf arkadaşları da bir iş yeri, makam, mevki yüzünden…
Çocukluktan beri tanıdığımız, bizimle birlikte büyümüş, hatta boyumuzu bile aşmış yaramız kanamaya devam ediyor. Vücudumuzu, zihnimizi kaplamış, acıyor. Pas gibi, her geçen gün aynı şiddetle gözümüzü, gönlümüzü, zihnimizi zehirliyor. Ve dinmez. Hainler ismen, bir bir, yaptıkları zulümler, haksızlıklar, ihanetler için yargılanıncaya kadar dinmeyecek. Acısı da tam geçmez, onu da söyleyeyim. Ama en azından bu şiddeti azalmış acıyla yaşanır. Unutulmasın diye.