Yüzlerce veda

‘Bana bir hikâye anlat’ dedi adam. Sesi, yaşamaktan yorulmuşların bezgin tınısını taşıyordu. ‘Bana bugüne dek duymadığım bir modern zaman hikâyesi anlat’. Durmuş kalp için bir elektroşok. Ona içinde nefes alacağı bir hikâye sunabilir miydim? ‘Veda etmeyi biliyor musun?’ dedim, ‘hiç vedalaşamadan bir sevdiğini toprağa verdiğin oldu mu?’ Omuz silkti. Sevdiceğine gönül dolusu elveda diyemediği için ruhu yorulan kadının hikâyesine böyle başladık.

Bir kadın vardı. Uzak diyarlarda gönlünü kaptırdığı bir âşığı, görmekten mesut olduğu ama her seferinde gözyaşları içinde vedalaşmaya mecbur kaldığı bir seveni. Uzun saatler seyahat ediyor, sevdiğini kısa bir süreliğine görüyor, sonra ayrılık merasimi başlıyor ve bu son görüşmeleriymişçesine, her seferinde dipsiz bir hüzünle ayrılıyordu. Sonra yine kavuşuyor sonra yine ayrılıyordu. Sonra bir mucize oldu, uzaklar yakın oldu, muratlarına erdiler, evlendiler. Artık birbirlerini görmek için uzun seyahatlere gerek kalmamıştı. Aynı evin içinde mutlu bir hayatın düşünü kurarak birlikte yaşlanabilirlerdi. Ne ki kadın, kocasını çok seviyor ama ağır bir kederin içine gömülmekten kendini alıkoyamıyordu. Keder onu gitgide daha çok içine çekiyor, ondan geriye yaşayan bir ölü bırakıyordu. Kocası çok iyi bir adamdı, ona çok değer veriyordu ama bir şey kadının ağzının tadını bozuyor, ruhu her akşam mutsuzluk kıyılarına vuruyor, evin içinde bir hayalet gibi geziniyordu. Nihayet bir ruhbilimciden yardım istemeye karar verdi. ‘Sizin ilişkinizde arzu ölmüş’ dedi ruhbilimci, ‘uzaktayken birbirinizi özlüyordunuz, şimdi aranızda hiçbir engel kalmadığı için peşine düşülecek bir duygu da kalmamış oluyor, istek sönüyor. Uzak olmaktı sevginizi harlayan, yakın olduğunuzda, aşacak bir mesafe kalmadığında, hasret dindiğinde aşk da bitmiş görünüyor’. ‘Hayır’ dedi kadın, ‘aradığım cevap bu değil’. Zihni veda sahnelerine eşlik eden gözyaşlarıyla doluydu, bütün mesele o ayrılış anlarında gizli olmalıydı, orada bir şey vardı ve defineyi bulmak için doğru yeri kazmak gerekiyordu. İkinci ruhbilimci kazmayı doğru yere vurdu, adına çocukluk denen ve en kıymetli definelerin gizli olduğu yer, zaten sizi hiçbir zaman boş çevirmez. Çocukluğunu eşti, genç kızlığını eşti, en derin yaralara ulaştı. Yıkılmış bir evi onarmak için kelimeleri payanda kıldı. Kadın anlatmaya başladı. On dört yaşındayken babası kanserden vefat etmişti ancak evde hiç kimse ona babasının hastalığının ciddiyetinden söz etmemiş, hastalığın adını dahi anmamışlardı. Babasının hasta olduğunu biliyordu bilmesine ama onun ölüm haberi hiç beklemediği bir şeydi. Bütün bu zaman boyunca onu yakında göreceği umudunu beslemiş, hastaneden çıkıp geleceği günü iple çekmişti ancak acı haber bir okul çıkışında verilmişti kendisine. Birkaç haftadır hastanede tutulan babasını görmesine izin verilmemişti ve şimdi o bir veda bile edemeden gidiyordu. Bir Allahaısmarladık kendisine çok görülmüş, babasının yüzüne bir veda busesi konduramamış, ellerini yüzüne bastırıp ona teşekkür bile edememişti. ‘Artık anlıyorsun değil mi?’ diye sordu ruhbilimci, ‘nişanlınla ilişkini harlı tutan şey aynı zamanda onu bitiren şeydi de. Senden çok uzaklarda yaşayan bir adama aşık olman hiç de tesadüf değil. Her seyahatinde ona yüzlerce kez veda edebiliyordun, her ayrılık hakkınca edilmiş vedalarla taçlanıyordu, dolu dolu ‘Allahaısmarladık!’ diyebiliyordun ona, babana hiç diyemediğin bir sözcüğü sevdiğin adama yüzlerce defa söylüyordun. Yüzlerce veda. Ve artık ona bu sözcüğü söyleyemeyeceğin o andan itibaren, vedalaşmanın bütün vaatlerinin buharlaştığı o andan itibaren bir depresyon tarafından emilmeye başladı ruhun.’ Her ayrılık iyi bir vedayı hak eder. Sevdiğinizi toprağa veremedikçe yasınızı bitiremezsiniz, yas başka biçimler alarak kendisini tekrar eder.

Hikâyemizin sonunu merak eden başka kulaklar da bize katılmış, aramızda başkalarının hayatını dinlemenin gizli kardeşliği oluşmuş, sessizlik içinde birbirimize bakınıyorduk. Adam gözlerini yere indirmiş öylece susuyordu. ‘İyi söyledin’ dedi sonra aşinası olmadığım bir ses, ‘şimdi bize yeni bir gök aç’. Bir kapı, bir şiir aç, bir öğüt ver. Bize haber program-larının, köşe yazarlarının, strateji analistlerinin söylemediği bir şey söyle. Sen söyleyene dek orada olduğunu bilmediğimiz bir gök, bir kapı, bir pencere aç bize. Bir öğüde böyle başladık.

‘Proust diye bir adam vaktiyle şöyle demiş kardeşlerim’ diye başladım söze, ‘hakiki yolculuk yeni yerler görmek değil yeni bir bakışa sahip olmaktır’. Doğmak için ölmek lazım. Hayatın bize bağışladığı armağanlardan birisi de içimizin özgürlüğüdür. Hakikati yeni gözlerle görüp onda saklı duran yeni imkânları keşfedebilmek gerek. Değişmek için, ilerlemek için, gerçekten büyüyebilmek için, içimizde bir yer olması lazım, ‘kendine ait bir oda’, bir iç mekân, ruhun teferruattan arındırılmış bir uzayı olmak lazım. Baksanıza alışkanlıklarımız, telaş ve tasalarımız, inat ve savunmalarımız, korkularımız tıka basa dolduruyor içimizi. Huzuru bulmak istiyorsak artık içimize yeni bir şeyler eklemekten vazgeçelim. Tam aksine sıkış tıkış içimizden bir şeyleri atalım ki daha berrak ve özgürce yaşayabilelim. Bakışımızın önündeki engelleri kaldıralım, kalplerimizi arındıralım, cilâlayalım. Önce kendi içimizi fethedelim. Türlü iptilalarımız var, tuhaf alışkanlıklarımız, sorgulamadığımız inançlarımız. İnsanın kendisini görmesi çok zor. Dönmeden arkamızı göremeyiz. Hayattan yeni dersler almayı bilirsek eğer bizi fıtratımıza yabancılaştıran kötü alışkanlıklarımızı da bırakabiliriz. Duygularımızın da bize öğretmesine izin verelim. Nimetin şükrünü eda eden bir yoksulun çorbası, muhteris ve mütekebbir bir zenginin oturduğu ziyafetten daha lezzetlidir. Hayata hayretle nazar eden ve hayatı var edene şükran duyabilen bir ruh, dünyayı doymak bilmez bir iştahla talan eden bir muktedire göre daha mutlu ve mutmaindir. Hiçliğin hafifliğini idrak edelim kardeşlerim, meleklerin esintilerini içeri almayan ve iç uzayımızı dolduran benliklerimizi tımar edelim. Ruhumuzun tozunu alalım. Gittiğimiz yön toprağa doğrudur, biz şimdiden toprak olalım, toprağa değelim.

Bir iç geçiriş yankılandı uzaklarda. Bir ağaç yaprağına, bir anne evladına, bir sürgün yurduna elveda dedi. Söz burada bitti.