Daha fazla, daha hızlı, daha büyük. Daha verimli. Yükselen orta sınıf statü haritalarını çıkarırken birbirine şöyle soruyor : ‘Altında kaç kişi çalışıyor?’ Mide bulandırıcı bir soru değil mi? İnsanları da nesneleştiren, her şeyin ‘daha..’ olması için istismar edilebildiği karanlık bir dünyanın habercisi bu soru. Durdurulmayan büyüme iştahı, gezegenimizin sonunu hazırlıyor. Büyüme ekonomisine ayarlanmış zihinler de bu yozlaşma ve bozulmadan nasibini alıyor. Değerleri olmayan bir dünya, bedenen yaşayan ama ruhen ölü bir ‘yaşayanlar mezarlığı’ haline geliyor.
Emile Durkheim, kişiliği, toplumsallaşmış birey olarak tanımlamış. Büyüme ekonomisinin çocukları olarak, kendisini büyüme ile tavsif eden bir toplumda, hangi kişilik özelliklerinin yeşermesini bekliyoruz? Büyüme ekonomisi ‘büyüme bireyi’ni ödüllendiriyor ve kendini aşan bir ülküye yönelmeyi dileyen, diğerkâmlık ve merhameti hayatına hâkim kılmak isteyen kişiyi kötürüm bırakıyor. Hırs ve tamahkârlık maaş çizelgeleri, fırsat ve saygınlık yoluyla özendiriliyor. Büyüme bireyi ‘para yapma’nın ve harcamanın yeni yollarını bulabilen kişidir. Kafasını yenilikle bozmuş gibi, daha fazla para kazanmasını sağlayacak bir yeni fikirden diğerine seyirtir durur. Tam olmamışlık ve doymazlık duygusu bu bireyin içini adeta kemirir ve onu daima ileriye atılmaya zorlar. Birey, büyüme ekonomisi içinde kendine bir yer edinmek için, kârını azamiye çıkarmak zorunda hisseder ve bu kâr da çoğu zaman başkasının kaybı pahasına gerçekleşir. O halde kârı maksimize eden kişi ‘iyi uyum sağlamış’ bir kişidir ve hilebazlık, yalan dolan ve kandırma, kılıfına uydurularak, büyüme ekonomisinde kutsanır. Teknolojiler, kurumlar ve sosyal normlar kişinin kendini pazarlamasını ve benliğini öne çıkarmasını ödüllendirdiğinde, sansasyonel davranışlar düşünceli ve diğerkâm davranışların yerini alır. Haberler bile sansasyon ve eğlendirmeyi hedefler. Ancak sosyal yapıların diğerkâmlık ve geleneği öne çıkarmasıyla, kendini aşma davranışı ödüllendirilir ve bencillik cezalandırılır.
Tüketim toplumunun kurumları materyalist bireyciliği beslerken, tüketicinin yenilik arama tutkusunu cesaretlendirir. Zira ekonominin devam etmesini sağlayan şey, tam da bu tutkudur. Sürekli istim üzerinde olma, harcayarak var olma, için boşluğunu dışa asılan markalarla giderme hali. Ekonomistler bize hürriyetin pek çok seçme şansına sahip olmakla alâkalı olduğunu söyler. Peki ya bunun aksi doğruysa? Belki de seçeneklerimi sınırlayabilmek, bu fırsatlar sofrasında olmaktan çok daha özgürleştiricidir. Gürültü ve hız dünyasında, umutsuz bir miyopluk içinde, bize hoş görünen şeyleri seçiyoruz. İnsanlara, kurumlara ve en çok da eşyaya bir sadakat hissetmiyoruz. Zenginlik ve yenilik tutkusu, ana babalarımızın sadakat ve adanmışlıkla koruduğu şeyleri, bizim için kolay harcanabilir kılıyor. Sadakat olmadığında ne insan, ne de nesneyle kurulan ilişki bir nitelik, bir derinlik kazanıyor. Büyük babalarımızın saatini taşıyor olmak artık pek azımıza heyecan veriyor. Yama yapmayı çoktandır unuttuk, annelerimizin yemek israf etmeyen tutumu ise şu an pek çoğumuza arkaik görünüyor.
Her birimizin aynı giysileri giydiği, benzer evlerde yaşayıp benzer arabaları sürdüğü bir hayat tanınma, bilinme, kendimizle gurur duyma yolundaki o çok derin ihtiyacı karşılayamazdı, değil mi? İnsan kendisini hep başkalarıyla mukayese etmek istiyor. Oysa dünyadan aldıklarımızla değil, dünyaya kattıklarımızla itibar ediniriz. Duruşumuz, bilgimiz, bilgeliğimiz ve bütün bunları neyin hayrına kullandığımız bize bu dünyada itibar verir. Tüketim kültürü eşya simgeciliği üzerinden insana bir tanınırlık veriyor. Çok çalışalım, çok biriktirelim ve harcayalım ki toplumda ümit ettiğimiz konumu bize sağlayabilecek eşyaları edinelim. Yoğun trafikte geçirilen uzun saatler, yüksek stres düzeyleri, akıl uyuşturan bilgisayar işleri, zaman darlığı, hazır gıdalar, bozulan sağlık derken ev işlerine, çocuk bakımına, ev yemeklerine para ödemeye başlayalım. Harcamak için kazan! Eh bu ekonominin büyümesi için iyi de, bireyin ruhu nasıl büyüyecek? Ruhlarımız ancak ele geçirme yarışına karşı durabilmekle, ‘ruhun ihtiyaçları’nı fark edebilmekle büyüyor. İnsanlar eğer tüketmek yönünde bir içsel güdüye sahip olsaydılar reklamlara trilyonlar harcamaya hiç gerek olmazdı. İçsel güdülerimiz var elbette ama birbirimizle bağ kurmak, birbirimizle ilişkilenmek şeklinde var. Arada aylak kalabilmek, işten uzun molalar almak şeklinde içsel güdülerimiz var. Ancak bu zevklerin pek çoğunu sözüm ona ‘iyi hayat’ın peşi sıra giderken kaybediyoruz.
Neyi feda ettik? Yolda neyi düşürdük, neyi kaybettik? Büyüme ekonomilerimiz her yıl daha fazla kirlilik, gürültü ve atık üretiyor. Kimimiz kaybettiğini hatırlıyor ve ruha dikkat kesilen, mânevî olanı merkeze alan daha zengin bir yaşama standardının peşine düşüyor. Hayat nadir bir şey ve onu nadide bir gül gibi koklamak, içimize çekmek gerek. Onun kıymetini bilmediğimizde dünya giderek bir ‘yaşayanlar mezarlığı’na dönüşüyor.
Joseph Campbell ‘kahramanın yolculuğu’ diyor kuralları ve emniyeti olmayan tehlikeli maceraya. Bu yolculuk dıştan içe bir çağrıyla başlar. Macerayı reddettiğinde hayat kurur. Ancak çağrıya cevap verdiğinizde bilinçli niyet alanından başka bir alana girersiniz. Bilinçdışından harekete geçen enerjiler alanına. Hakkında hiçbir şey bilmediğiniz bir eylem alanına girersiniz, orada iyi de vücut bulabilir, kötü de ve siz bunu önden bilemiyorsunuz. Bu yeni alanda geldiğiniz yerde neyin eksik olduğunu araştırırsınız. Bulduğunuzda, o hazineyi, o armağanı toplumunuza geri getirerek yolculuğu tamamlarsınız. Dış dünyanızı hayatın akışıyla yenilersiniz. Bulduğunuz o ‘yitik hazine’yi sunduğunuz kişiler kimi zaman dudak büker, sizin verdiğiniz kıymeti vermez o hazineye. Onlar bu yeni bilgiyle kendilerini yenilemek yerine, alıştıkları üzere hayatlarına devam etmek isteyebilir. Ama yitiğin peşinde ne kadar çok insan olursa, yanlış giden bir şeyleri de o kadar çok düzeltme şansımız var demektir. Bir tohumun sadece gerekli şartları bulduğunda patlaması gibi, her birimiz hayata doğru bir ‘kahraman yolculuğu’yla mükellefiz. Tohum karanlığa kök salar ve sonra ışığa doğru uzanır. Küçücük bir domates çekirdeği iki metre boyunda bir bitki oluverir. Her insan kendi macerasını içinde taşır. Cesaret gösterebilenler kendi içlerine kök salarak, hayat ve ışığa uzanır.