Ne çok acı var. Bir acı ilmihali gibi dolaşıyor milyonlarca insan ve biz, başkalarının acısına uzaktan bakmanın rahatıyla izliyoruz olan biteni. Ruh ağır ağır aşınıyor. Vahşet ve zulme verdiğimiz ilk tepki onu bilinçten engellemek. Sosyal normları çiğneyen bazı şeyler, yüksek sesle söylemek için fazla acı verici, işte bu yüzden bunlara “ifade edilemez” veya “sözle anlatılamaz” deniyor. Dilin lal olduğu anlar. Konuşulan dilin kekemeleştiği zamanlar. Dil an gelir paramparça olur da acıyı sırtlanamaz. Ancak vahşet ve zulüm sessizliğe gömülmeyi reddeder. Acı, tanıklık ister. Bu korkunç hadisenin vuku bulmuş olduğuna dair bir çığlık, bir inilti yol bulup vicdanlara ulaşır. İnkar etmeye çalışma isteği ne kadar güçlü olsa da, inkar işe yaramaz. Hayaletler, hikayeleri anlatılmadıkça mezarlarında rahatça yatamaz. Savaşın parçaladığı ailelere bakın, Halep’te can çekişen insanlığa bakın. Bu çocuklar nasıl iyileşecek? Ana babalarını eşlerini çocuklarını kaybeden insanlar dünyaya nasıl devam edebilecek? Bir söz, bir tanıklık gerek. İyileşmek için, ne kadar acı verici de olsa gerçeği hatırlamalı ve anlatmalıyız.
Psikolojik travmada en büyük çelişki, olayın olduğunu inkar etme isteği ve olayı yüksek sesle söyleme arzusu arasında olur. Gerçek kabul edildiği zaman mağdurlar iyileşme sürecine girer. Ruhsal örselenme kendisini önce belirtilerle izhar eder, hikayeden önce bedensel ve ruhsal belirtiler ufukta görünür. Travma yaşayan insanlar sürekli olarak söylenmeyen gerçeğe ilgi çekmek ve bu kötü olaydan ilgiyi uzaklaştırmak arasında gidip gelir. Bir sarkaç: Travmayı yaşayan kişi devamlı uyuşuk ve donuk hissetme ve olayın kâbusunu tekrar yaşama arasında salınır durur. Donup yaşayamama ile yaşadığında büyük acı çekme. Kırk satırla kırk katır arasında bir seçim.
İnsanın travmasını hatırlamaya çalışırken sakin kalabilmesi ve olayı dışarıdan üçüncü bir kişi gibi gözlemlemesi çok zor. Duygular yoğun olduğu için kişi hikayeyi parça parça hatırlar, olayı tam olarak göremez ve kafasında birleştiremez. Kişinin yaşadığı olayı anlatacak kelimeler seçmesi ve dile dökebilmesi daha da zor. Travmaların izleri insanların üzerinde nasıl benzerse, iyileşmenin yolları da herkes için benzer. İyileşmenin ana aşamaları güvende hissetmek, travmatik hikayeyi hafızada tekrar inşa etmek, mağdur ve toplum arasındaki bağlantıyı yeniden kurabilmektir.
Travmayı araştırmak, hem insanın savunmasızlığını hem de insanın içindeki kötülük kapasitesini bize hatırlatır. Travmayı yaşayan kişinin travmatik gerçeği bilinçte tutabilmesi ve doğru hatırlayabilmesi, sosyal çevrenin ve toplumun o travmayı kabul edip etmediğine bağlı. Eğer toplum ve sosyal çevre mağdurun yanındaysa ve onunla birlik olmuşsa, verdiği anlam mağduru koruma eğilimindeyse, o zaman kişinin travmayı bilincinde tutabilmesi, dolayısıyla travmadan iyileşmesi çok daha kolay olur. Toplumun ve anlamın dışına kovulan kişi için günlük olaylar giderek daha az ilgi çekici hale gelir ve adeta kendi kabuğuna çekilir. Sanki yaşamıyor gibidir. Zamanda cansız ve hareketsiz bir oyuk. Ve anda var olamamak, kişiyi geçmişe daha çok hapseder.
Dışarıda ve fiziksel hayatta başlayan travma, kişinin kendi içinde bir savaş alanına döner. Artık dışarıda bir tehlike, tehdit veya travma olmasa bile, kişinin içinde bu savaş devam eder. Şu an olan ve yaşananlarla, geçmişte olanlar arasında asla bağlantı ve ilişki kurulamaz. Travma yaşamış insanlar kendi bedenleri içinde bile güvende hissetmezler. İçsel bir sıkıntı ve rahatsızlık şeklinde, geçmişleri ve travmaları sürekli olarak içlerinde canlıdır. Vücutları devamlı tehlike sinyalleriyle bombardıman halindedir, türlü ipucunu tehlike olarak algılayabilirler. Zihin ve beden, sanki bir tehlikeyle karşı karşıyaymışçasına sürekli olarak uyarılmış durumda ve her an harekete geçmeye hazırdır. Bu yüzden de küçücük seslerden rahatsız olur veya irkilince büyük bir öfke yaşarlar. Küçük Suriye’linin fotoğrafını hatırlıyor musunuz? Kameralar kendisine döndüğünde onları silah sanıp kollarını teslim işareti yaparak kaldıran yavrucağı?
Dünyanın anlamının kaybolduğu, hayatlarımız yerinde duruyor görünse de arka plandaki tutarlılık duygusunun buharlaştığı, parçaların dört bir tarafa saçılıp aralarında bir ilişki kurulamadığı zamanlardır travma zamanları. Ruhun yersiz yurtsuzluğu. Ayaklarımızın altındaki zemin kayar, hayat yönsüz ve gayesiz kalakalır. Bir fırtına eser ve güven ağaçlarını yerinden söker atar, benliğin kök saldığı zemin berhava olur. “Dünya artık iyi bir yer ve insanlar güvenilir varlıklar değil” der örselenmiş kişi, “Ne dünyaya güvenebilirim, ne kendime veya dünya görüşüme. Her şey anlamsız”. Ruhun depremi. Emniyet, tutarlılık ve düzen alt üst olmuş, dünya bir korku filmine dönüşmüştür.
Bir göçmen sadece savaşın acımasızlıklarına tanık ve kurban olmakla kalmaz, yurdunu ve yaşama biçimini yitirdiği için bir kültürel yas da tutar. Kültürel yas kendine ait olanı elinde tutamamanın, bir aşinalık olarak yurdunu kaybetmenin sonucudur. Türkiye büyük bir kahramanlık ve merhamet eylemiyle üç milyonu aşkın misafirini bağrına bastı, onları travmanın pençesinden şefkat ve güvenliğin koynuna taşımak istedi. Misafirlerimizin büyük bölümünün ruhsal açıdan örselenmiş insanlardan oluştuğunu unutmayalım. Bütün bu lakırdıyı şu cümleleri kurmak için ediyorum aslında: Onları misafir bildiysek, ne olur sözlerimiz bu incinmiş insanları daha da incitmesin. Ülkemiz bir Suriye olmanın eşiğinden dönmüşken, biz de örselenmenin depremini iliklerimize kadar yaşıyorken, muktedirlerin değil mazlumların dilini konuşarak sağaltalım yaraları.
Yağmurun bildiği dilde konuşalım.