Washington’da kiraz çiçekleri açmış, adeta bir gelinlik gibi şehri süslüyordu. Heyetten ayrılmış şehirde avarelik ediyorduk, kahve dükkânlarına, mağazalara girip çıkıyor, bir nehir bulup kıyısınca yürüyorduk. Bir mağazadan güneş gözlüğü aldı ve baktı. ‘Çok yakıştı’ dedim, ‘İşte bu çok yakıştı Erol’. Cennetin yakıştığı gibi güzel ruhuna, destursuz ve ivazsız söz söylemenin yakıştığı gibi ateşin mizacına, hakkı çiğnetmemenin yakıştığı gibi delikanlı ve soylu kalbine. Şehit olmak da sana yakıştı arkadaşım. Yeterince uzun süre baktığında sana konuşan bir nehir gibi, dinlemesini bildiğinde üzerine öyküler yağdıracak bir bulut gibi, için için çağıldayan bir hayat. O bizim has arkadaşlarımızdan biriydi, has çünkü sözümüzü eğip bükmeden söyleyeceğimiz bir insandı. Kendisi dostlarına karşı nasılsa biz de ona karşı öyleydik. Aramızda sadece hakikatin hatırı vardı. Çeyrek asır önce üzerinde hiçbir kudret nişanesi taşımaksızın tanıdığımız adam, biz dostlarına o nişanelerin üzerinden konuşmadı. Yalan dünyanın yalan göstergeleri içinden, hakikatin işaretlerini seçmek hiçbir zaman zor olmadı. Mertliğiyle dünyada bir yer açtı kendine, o mertlik önüne serildi ötelere de bir yol oldu. Kerli ferli adamları ve onları taşıyan dünyayı gözlerinin içine bakarak sarakaya alan yiğit dostuma selam olsun. Ölümün de sana çok yakıştı Erol. Kendin gibi yiğit evladınla cennetin kırlarında dolaşırken, yine öyle bak.
Ayşe ablanın vefatının üzerinden kaç mevsim geçti hatırlamıyorum. Bilincim onun ölümüyle yüzleşmeyi uzun süre reddetti. Sanki o yine telefonun hemen ucundaymış gibi yaşamayı sürdürdüm. Ne ki telefonum bir daha onun diriltici sesiyle açılmadı. Bazen mahzun, bazen şakacı ama hep uyandırıcı. Ayşe Şasa, şimdi elim telefona uzansa hemen bana bir şeyler söyleyecek gibi. Kaç insana şifa oldu, kaç insana sığınak oldu. Benim kendisine gönderdiğim kaç hastamı dikkatle dinledi, onları bir ana gibi bağrına bastı ve hayata dair umutlarını tazeledi. Telefonda Ayşe Şasa varsa birisi çoktan çiçek tozlarını üzerinize serpmiştir. Kablolardan yüzünüze vuran bir meltem soluğu. Kimileyin sürpriz yapar, çalıştığım yere ziyarete gelir, üç beş kelam eder, üzerime çiçek tozlarını serpip giderdi. Rical-i gayb. Gaybın soluğunu size üfleyen zaman erlerinden biri. Sizi gönül sofrasına teklifsizce alan, size kıymet vermekle sizi kıymetli olanın peşine düşürmek isteyen bir gönül insanıydı Ayşe abla. Onun ardından bir satır bile yazamadım, onunla vedalaşmam çok müşküldü çünkü içimin dehlizlerinde sesi yankılanmaya devam ediyordu. Dostluğun, samimiyetin alınır satılır olduğu bir çağda hayret etmenin mucizesini bize öğrettiniz Ayşe abla. Aslında bir kere bile size abla diyememiştim, ben sizin için, sofrada kendisine daima bir yer bulunacak bir küçük kardeş idim ama size hep Ayşe hanım dedim. Kısmet bugüneymiş, sizi çok özledim Ayşe abla.
Taziye vermek için aradığımda, telefonun ucundaki ‘Ah’ yüreğimi öyle yaktı ki bu dünyada som acı diye bir şey varsa onun da evladını toprağa vermek olduğunu bildim. Dostum kardeşim Mustafa’nın evladı Ahmet Salih ile bu dünyada bir teşehhüd miktarı oturmuşluğumuz, dünya ahvalinden söz etmişliğimiz vardı. Pırıl pırıl, zeka kıvılcımlarının çaktığı, ruhu olan bir genç. Hani bir sohbetin sularında yüzmeye başladığınızda birden muhatabınızla bir yakınlık kurduğunuz, ruhlarınızın birbirine komşu ve akraba olduğunu hissettiğiniz insanlar vardır ya, Ahmet de öyleydi. Dünyayla, bildik ezberlerle savaşmanın güzelleştirdiği bir genç ruh. İlahide de söylendiği gibi, varlık bir gölgeden ibaret Ahmet. Seninle buluşup daha uzun konuşmalar yapmak, hakikati arayan bir dimağa daha çok arkadaşlık etmek isterdim. Şimdi bir yerlerden mürekkep kokusu gelirse burnuma, Ahmet ötelerde kitaplarını açmış diyeceğim.
Mustafa’yı ziyaret ettiğim günün akşamı, uçaktan inmiş çıkışa doğru yürürken, bir kadın sesi kulağımdan girip ok gibi kalbime saplandı. ‘Ben geldim anneciğim’ diyordu ses. Annecikler işte böyledir, geldiğinizi gittiğinizi hep merak eder. Nicedir bir öksüzüm, bir yere vardığımda babacığını ve anneciğini arayamayan bir oğulum. Bayram günleri öksüzler için buruktur, çocukluğunuz kaybolmuş, yetişkinlerin dünyasında yönsüz kalmışsınızdır. Çocukluğun hala orada duruyor olması insana nereden gelip nereye gittiğine dair bir iz, bir işaret sunar. Bir ormanda geriye dönebileyim, evin yolunu gerisin geri kolayca bulabileyim diye bıraktığınız işaretler gibi. Çocukluğun hala tütmediği bir erişkinlik, hayatta biraz da kör topal ilerlemektir. Annemi ne kadar özlediğimi, babamın ani kaybından sonra yazıyla kendimi iyileştirmeye çalışırken, onun ardından bir küçük şiir dışında hiçbir şey yazamadığımı, annemle bir türlü vedalaşamadığımı fark ediyorum. Yazmak istediğim her şeyi belirsiz bir geleceğe erteliyorum, onu ancak bir kitapla anlatabilirim diye teselli ediyorum kendimi, o kitaba isimler veriyorum. Ama bizim tatlı ‘minik’imizi, dünyayı hiçbir zaman telaşa vermeden, usulca yaşamış ve usulca göçmüş o mübarek insanı yazıya dökmek kaç senedir pek zor geliyor. O benim anacığım, amansız bir hastalığın belleğini yuttuğu ve onu küçücük bir çocuğa çevirdiği son günlerinde bile, oğlu olduğumu dahi fark etmeksizin, sadece yüzüme bakarak şöyle demişti: ‘Aç mısın?’
Analar böyledir, çocuklarının yüzünü okuyarak tok, üşümüyor ve güvende olduklarını bilmek isterler. Açım anne, açım. Kimsenin kalbini kırmadan nasıl gittin sen bu dünyadan, bunu bilmeye açım. Bir Allah’ın kulunu incitmeden, bir kişi hakkında kötü söz söylemeden, hiçbirimize bir gün bir üf bile demeden bir melek dokunuşuyla nasıl yaşadın bu dünyayı sen, bunu öğrenmeye açım. Sen otururken, elli yaşını görmüş başımı dizine yaslamaya açım. İnsan hiç büyümüyor anne, hepimiz yetişkin taklidi yapan çocuklarız. Tıp fakültesindeyken ben her sınavdan önce Yasin-i Şerifler okurdun, bir kez gününü şaşırmıştın da o sınavda kalmıştım. Ben anne duasının ne olduğunu o vakit yaşayarak bildiydim. Senin ellerini taşıyorum, ‘kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur’ diyor ya şair, senin yüzünü biraz, dilerim Rabbimden senin o temiz ruhunu ve kalbini de taşıyor olayım.
Varlık bir gölge, benlik bir pusu. ‘Tedbirini terk eyle takdir Hüda’nındır/ Sen yoksun, o benlikler hep vehm-ü gümanındır’ diyor şair. Ölüm bizi yutarken, geride bıraktığımız ışıltılar parlamaya devam ediyor. Erdem, güzellik, cesaret, iyilik, iman.
Her şey zeval buluyor ama hakikat daima ışıyor.