Şimdilerde düğmeli evler diyorlarmış bu evlere. Eskiler pişduvan evleri derlermiş. Düğmeli evler demelerinin sebebi mimarisinden ileri geliyor. Sedir ağaçlarından elde ettikleri ahşabı birbirinin içine kenetlenecek şekilde iskelet olarak kullanıp, aralarına taş yığarak, herhangi bir harç ya da çimento benzeri malzeme kullanmaksızın yaptıkları evlere dışarıdan baktığınızda iskeleti oluşturan ağaçların uç kısımlarını görüyorsunuz. İşte bu görünen ağaç uçlarından ötürü bu ismi vermişler evlerine. Akseki yöresinin evleri geleneksel Osmanlı mimarisini taşıyan kendine özgü bir tadı olan evler. İkişer katlı, taş duvarlardan müteşekkil, içeride bir avlu, odaların bulunduğu kata çıktığınızda genişçe bir sofa ile karşılaşıyorsunuz. O sofadan odalara dağılıyorsunuz. Odalarda yine sedir ağacından yapılmış gömme dolaplar mevcut. Pencereler ekseriyetle cumbalı.
Ormana’da işte böyle evlerle sarılmış sokaklardan geçerek vardığımız meydandaki çay bahçesinde evvela masalarda oturup sohbet etmekte olan kadınlar tarafından karşılanıyoruz. Sonrasında köyün muhtarı Fikret Canbaş geliyor yanımıza. Gecenin yarısını geçmiş saat ama, sohbet alıp yürüyor işte.
Ormana ticaret geleneği olan bir köy. Ticaret biçiminin değişmesi, ticaret yollarının değişmesi, üretimin kitleselleşmesi sonrasına denk geliyor olsa gerek, bu köyün halkı çoğunlukla İstanbul olmak üzere rahat ticaret yapabilecekleri, ticari kabiliyetlerini ekmeğe dönüştürebilecekleri şehirlere göçmüşler. Sultanhamam’da vazife yaptığım yıllardan, nalbur ya da saatçi kimi isimler tanıdığımı hatırladım bu bilgiyle beraber. Gerçekten de öyleymiş. Çok sayıda meşhur ticaret erbabı, iş adamının bu köylü olduğunu anlatıyorlar.
Ormana Köyü nüfus kütüğüne kayıtlı 18.000 kişiden bahsediyor Fikret Bey. Ama yaşarken ama cenazesi ile bütün Ormanalıların köylerine uğradıklarını söylüyor. Size de ilginç gelebilir ama köyün tam yedi tane mezarlığı varmış mesela.
İstanbul’dan her gün direkt bu köye çalışan ve sadece Ormanalılara hizmet veren otobüsleri anlattı çay bahçesindeki kadınlar. ‘Köyümüz çok güzel’ deyip dururken her seferinde gözlerinin içi parlıyor hepsinin. Orada oturanların hemen tamamı İstanbul’da ikamet ediyorlarmış ve yaz vesilesi ile gelmişler köye. Kimi şuradaki evin kızıymış, kimi aşağıdaki filan eve gelin gitmiş. Geçmiş bir güzel yad ediliyor uzaklara dalarak.
Köyde güzel gelenekler halen devam ediyor. Türkiye’nin neredeyse hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir aşevi, bir yaşlılar için bakımevi mevcut bu köyde. Köyün yaşlıları elden ayaktan düştüklerinde, muhtaç hale geldiklerinde hayatlarını nezih bir biçimde sürdürebilsinler diye yapılmış bu iki yapı. Bütün bu işleri elbirliği ile Ormana Kalkınma ve Yardımlaşma Vakfı kanalıyla yapıyorlar. Bayramlarını, düğün derneklerini anlatıyorlar. Ormana’nın çocuklarına verilen eğitim burslarını anlatıyorlar. İnsan imreniyor doğrusu.
Köyün muhtarı, köye dair yaptıklarını anlatıyor. Projelerinde Antalya Büyükşehir Belediyesi’nden aldıkları desteklerden memnuniyetini dile getiriyor.
Gece geç vakit olunca birbirimizden müsaade isteyerek ayrılıyoruz oradan. Her birimiz bir sokakta kaybolarak evlerimize dağılıyoruz.
Köye dair henüz hiçbir şey görmüş değiliz. Gece yarısına yakın bir vakitte geldiğimiz bir yerde pek de bir yerini göremediğimiz halde bunca bilgiyi bir sohbet ortamında elde ediyoruz.
Kısa ama anlamlı bir uyku sonrasında sabah ezanları okunduğunu duyuyorum. Köylerde bir tek camiye alışkınızdır biz. Ama bu köyün üç camisi var. Konakladığımız yerin hemen yakınındaki camiye yöneliyorum ama ardıma baktığımda sokağın uzak ucunda birkaç gölgenin öte tarafa doğru gitmekte olduğunu görünce yönümü değiştiriyorum. Uzun uzun ayetler eşliğinde kıldığımız sabah namazı sonrasında ışımaya başlayan günün kollarına bırakıyorum kendimi.
Muhteşem bir köy burası. Toroslara uç vermiş bir tepeye kurulu. Eteklerden uca doğru yeşil bir tabiatın içine serpilmiş düğmeli evlerin kırmızı çatıları dünyanın en güzel fotoğrafını veriyor size. Tertemiz bir hava, hareketlenmeye başlayan köy, selamlaşmalar ve dingin sokaklar.
Aslında gördüğüm manzaradan ve buranın evlerinden beni daha evvel Seda Özen Hocanın twitterdan haberdar ettiğini hatırlıyorum. İsmini yazmamışım hafızama nedense. İnternetten bakınca Reha Günay Hocanın Ormana: Toroslarda Bir Köy adlı, Ormana evlerinin detaylarıyla ele alındığı bir kitabının varlığından haberdar oluyorum sonra.
Güzel bir kahvaltı sonrasında, köyün tepelerine, bağ bahçesinin olduğu mahallerine, daracık sokaklarına bir kez daha bırakıyoruz kendimizi ve köyün bütün güzelliklerini hafızamıza kazıyarak bir başka yeri hedefleyerek düşüyoruz yola.
Köyün civarında sayılabilecek bir noktada bulunan Ürünlü’de, pek de kimse tarafından henüz bilinmeyen Bosna’daki Mostar yakınlarındaki Blagaj Tekkesinin kurulu olduğu su kaynağını anımsatan bir yeraltı gölünün varlığından haberdar oluyoruz; Altınbeşik Mağarası. Botla içerisine kısa sürse de bir gezinti imkânı bulabileceğiniz inanılmaz serin bir yer burası. Üzerindeki takriben 800 metrelik bir dağın altına konumlanışını düşündüğünüzde ürpertiyor doğrusu. Mağaradaki suyun Beyşehir Gölü ile irtibatlı olduğunu anlattıklarında ihtişamı daha da artıyor buranın.
Keçiler, keçilerle ilgilenen aileler, köylerden uzaklaştıkça bizi karşılayan bağ evleri, bağ evlerinin önlerine konulmuş sebiller, derinlerde gördüğümüz turkuaz renkli sular, ormanlar, bodur ağaçlı yamaçlar, küçük üzüm bağları, sıcağı hafifleten rüzgâr… Torosların o muhteşem doğasında aheste aheste yol alırken gelen bir telefona cevap verirken nerede olduğumuzu söylediğimizde kulağımıza fısıldanan ‘Sarıhacılar Köyü’ne direksiyon kırıyoruz.
Şimdi ben bu yazıyı yazarken, birdenbire Sarıhacılar deyince içimin burulduğunu söyleyebilirim. Nedenini haftaya anlatmalıyım, müsaadenizle.