O kararı almasaydım. O yolu yürümeseydim. O insanla görüşmeseydim. O görevi kabul etseydim. O sevgiliyi terk etmeseydim. Bana gülümsediğinde gözlerimi ondan kaçırmasaydım. Ömrümü daha doğru, daha dürüst yaşasaydım.
Zihni bir umacı gibi yoklayan, geçmişten bugüne ok atan düşünceler. Yaptığımız veya yapmadığımızın içimizde bıraktığı ağrı. Pişmanlık geçmişe doğru baktığımızda bugün hissettiğimiz sükut-u hayal ve kayıp hissidir. Hayatlarımız bir dizi seçim ve kararla şekilleniyor. Vardığımız menzilde, ‘ben nasıl oldu da buraya geldim?’ sualini soruyorsak pişmanlık bizi yoklamaya başlamış demektir. Her birimiz hayatlarımız boyunca sayısız karar alırız. Sonuçta yolumuz o kararlarla çizilir, hayat çizgimizin kıvrımlarında, yolların çatallandığı yerlerde tuttuğumuz yön bizi biz kılar. Pişmanlık, galiba geçmişi bir tür geri çevirme arzusundan kaynaklanıyor. Bunun mümkün olmadığını biliyoruz ama zihnimiz şunu fısıldamaya devam ediyor: O yolu da seçebilirdin, oradan gitseydin seni bambaşka ve çok daha güzel günler bekliyor olacaktı. Gerçekleştirilememiş arzular, bugün içimize bir zehir gibi akar ve bugünü zehirler. Ama pişmanlık, geleceği inşa etmek için bir manivela olarak da kullanılabilir. İnsan zihninin olmuş olan ile olabilecek olan arasında mukayese yapabilmesi, onun bir hayal sıçraması yapmasına da izin verir.
Pişmanlığın inşa edici ve onarıcı hüviyeti, ‘keşke’lerin yerine ‘bundan sonra’ları koyduğumuzda başlıyor. Yaşadıklarımdan öğrendiklerim bundan sonrası için yolumu ışıtabilecek mi? Pişmanlıkla geçmişin hikâyesini yeniden yazmak istiyoruz. Eğer geçmişteki o hata düzeltilebilseydi, sanki geleceği de bambaşka bir biçimde yeniden kurabilecektik. Hem bir arzu, hem de bir yas. Normal zamanın sınırlarını aşan bir hayal fazlalığı. Pişman kişi o karanlık kuyuya daldığı her seferinde yitirdiğini beraberinde getireceğini ümit eder. Belleğin derin kuyularına, girift mağaralarına her seferinde kaybedilmiş nesneyi bulma ve onu geri getirme arzusuyla giden ama çoğu seferinde eli boş dönen insan. Bu anda yaşıyor ama geçmişte kalmış olan daima kımıldıyor ve güçlü bir dip akıntısı olarak şimdiki hayatına sızıyor, onu yönlendiriyor. Pişmanlıktan söz ettiğimizde yanlış bir bilinçle yanlış bir hayata tutunan bir insandan dem vuruyoruz. Mesele şu, maziye çapa atarak ruha eziyet eden o alemde debelenip duracak mıyız, yoksa bütün yaşadıklarımızı bir hayat dersine tahvil ederek ileri mi sıçrayacağız? Yolların çatallandığı bu yerde pişmanlığı bir basamak taşı veya bir bataklığa çevirmek bizim tercihimize bağlı.
‘Ölümün binlerce kapısı var/ İnsanlar çıkıp gidebilsin diye’ demiş şair. Bir kitaptan söz etmek istiyorum size, 36 yaşında bir beyin cerrahının ölümle yüzleşmesinin bir hikâyesi olan “Son Nefes Havaya Karışmadan”, meslek hayatı boyunca başkalarının ölümüne tanıklık eden bir cerrahın, hastalık ve ölüme yakınlaşma sürecinde yaşadıklarını kendi ağzından anlatıyor. Paul Kalanithi, çalışkan ve yetenekli bir beyin cerrahı olarak gelecek güzel günlerin düşünü kurarken son evre akciğer kanseri yolunu kesiyor ve onu hayatın kaçınılmaz gerçeği olan ölümle karşı karşıya bırakıyor. Kitap, yazarın ölümünü beklediği ve hastalığının ağırlaşmasıyla tamamlayamadığı bir dönemin kişisel hatıratı.
İnsan ölümden saklanır. Ölümle yüzleşmek, ona çıplak gözle bakmak çoğu kez canımızı acıtır. Ölüme bakabilen insan dünya hayatının gelip geçiciliğini idrak eder. Ölüm bize, ötelerde bizi bekleyen bir yurt olduğunu, bir ağaç altındaki kısa serinlikten sonra ebedi bir esenliğin bizi beklediğini fısıldar. İnsan ölümden saklanmak için türlü yöntemler dener: Hız ve tüketim çılgınlığı, maddi hazlara ayarlı hayat, aşırı meşguliyet ve benzeri yaşlılığı geciktirme stratejileri, bu dünyada sahte bir sonsuzluk hissiyle bizi oyalar. Nereye kaçarsak beyhudedir oysa, sonunda kaçıp durduğumuz ölüm gelir bizi bulur. Yahya Kemal ne güzel söyler : ‘Bu emel gurbetinin yoktur ucu/ Daima yollar uzar, kalp üzülür/ Ömrü oldukça yürür her yolcu / Varmadan menzile bir yerde ölür’.
Hastalık ve sağlık iki ayrı ülke gibi, sağlık ülkesinden hastalık ülkesine girdiğimizde orada hayatın bütün kırılganlığı önümüze seriliyor ve kendi acziyetimizle baş başa kalıyoruz. Hastalık ülkesi hiçbir şeyin tam manasıyla denetimimiz altında olmadığını, her birimizin faniliği içimizde gezdirdiğimizi bize ilk elden tecrübeyle anlatıyor. Paul’ün öyküsü de bu açıdan dokunaklı bir öykü, başarı basamaklarını hızla tırmanan ve insan olarak kendisini en iyi biçimde yetiştirmeye azmetmiş bir hekim, bir yandan ölümlülüğün farkına varıyor olmanın ani şokuyla baş etmeye çalışıyor, beri yandan da hayata tutunmaya gayret ediyor. Adeta dişlerini hayata geçirerek ölmekte oluşun ruha verebileceği bir yılgınlıktan kendisini korumaya çalışıyor. ‘Farklı bir şekilde yaşamayı öğrenmek zorundaydım: Ölümü göçebe bir davetsiz misafir gibi görerek; ama ölmek üzere olsam bile, gerçekten ölene kadar hala yaşadığımı unutmadan’. Evet, ölmek sanatı hüner ister ve ancak hayatın hakkını verenler, güzel bir ölümün de hakkını verebilir. Edebiyat ve şiir hayatın bu zorlu dönemecinde ona yarenlik ediyor ve ölümün nefesini ensesinde hissetmenin verdiği ürpertiyi bir nebze iyileştiriyor.
Hüzünlü bir öykü bu, insanın öleceğini bilerek yazması ve kendi ölüm ve kırılganlık hikayesini insanlarla paylaşmak istemesi takdire şayan. Olmak cesareti konusunda son bir kalp atımı. Bir tür nefis muhasebesi de diyebiliriz, yazar hem kendi hayatına hem de modern tıbba eleştiri oklarını yöneltebiliyor. Kendi macerasının, ölümle yüzleşme tecrübesinden sonra, tanrıtanımazlıktan maneviyata doğru evrilme istidadı göstermesi bana ilginç geldi. Ayrıca manevi olanın modern bilimden adeta cin kovar gibi uzaklaştırılmasına yönelik eleştirileri, dikkatle okuduğum satırlar oldu.
Güzel yaşayan güzel ölür. Bir söz var, ‘insan plan yapar, Tanrı güler’ denir, biz hayatla ilgili ne tasarlarsak tasarlayalım sonunda hayatlarımızın üzerinde nihai denetime sahip değiliz. Hayat hastalık, afet veya travmalarla kesintiye uğruyor ve dünyayı o güne kadar bilme biçimimiz dönüşüme uğruyor. Vaitkar bir beyin cerrahı olarak hayatın bize söylediği şeyler ile ölüm döşeğinde bir hasta olarak hayatın bize söylediği şeyler birbirinden çok farklı. Nitekim yazar da bütün bu bilinç değişimini hayatına aktarıyor ve ömrünün o son yılını kendisini hayata bağlayan en değerli varlıklara ayırıyor. Beri yandan da asla ümitsizliğin verebileceği bir yılgınlığa teslim olmuyor ve ölüme doğru yol aldığı o nadide anları kıymetlendirmeye, aldığı her nefesin hakkını vermeye çalışıyor.
Sahici bir hayat için belki hepimizin ölümün soluğunu ensemizde hissederek yaşayabilmemiz, her anın kıymetini bilmemiz gerekiyor. Aldığımız her nefesin hakkını vererek, ‘iki kapılı handa gündüz gece giden’ bir yolcu olduğumuzu unutmadan. Nefes ayıklığı, bilinç ayıklığı.
‘Son pişmanlık fayda etmez’ denir, son nefes havaya karıştığında, ardımızda bir hoş seda, güzel tanıklıklar, hayırlı işler, yasemin kokuları bırakabildiysek ne mutlu bize. Yüzümüzü döndüğümüz o ebediyet yurdunda, azığımız onlar olacaktır.