Bellek sinemanın temel ilgi alanlarından birisi ve sinema dilinin asli bir unsuru. Bugün hafıza, temel anlamını ve bazen varlığını sinema gibi görsel teknolojilerden alıyor. Sinema belleğin sadece en etkili metaforlarından birisi değil fakat aynı zamanda fotoğrafla birlikte en derin ve anlamlı biçimde onu yapan bir şey. Sinema temsilleri geçmişe bakış açımızı biçimliyor ve bizim için teknolojik banka işlevi görüyor. Modernliğin göz merkezli doğası, görmeyi en üstün duyu olarak tanımlar ve görme eksenli bir ontoloji merakı, en üst ifadesini sinemada bulur. Böylece sinema modernliğin bütün atıflarını adeta bünyesinde toplar. Bellek günümüzde giderek daha fazla oranda, görsel medya tarafından yapılan bir kolektif/yapay bellek ile ikame ediliyor. Görsel olanın insanın diğer duyu ve melekelerine galip geldiği Avrupa merkezli bakış, belleği bugün daha çok sinema üzerinden tanımlıyor. Russel Kilbourne, bugünün izleyicisi için radikal ötekiliği başka bir yer veya geleceğin değil bizatihi geçmişin temsil ettiğini yazar. Sinema teknolojileri bize hatırlama vasıtaları verdiği ve geçmişi canlandırdığı sürece bellek aşınır ve unutulur. Sinemadan önceki dünyada hatırlamanın ne menem bir şey olduğunu artık hatırlamayız. Tıpkı 19. yüzyıl okuyucusunun bir romanın dile getirmediği dünyayı anlayamadığı gibi.
Sözgelimi geriye dönüşler bir filmde sıklıkla belleği ifade etmenin ve bir karakterin hikayesini kurmanın yolu olarak karşımıza çıkar. Bellek olmazsa bir hikayenin devamlılığını anlayamaz, bir filmi okuyamayız. Daha geniş bir kültürel anlamda bellek sıklıkla travmayla ilişkilendirilir, korkunç olaylarla veya bir büyük kayıpla başa çıkmanın aracıdır. Hatırlamanın terapötik bir değeri olduğu varsayılır, bir tür şeytan çıkarma gibi, ancak geçmiş yerli yerine oturtulmakla hayat devam edebilecektir. Yas için belleğe ihtiyaç duyarız, unutmak ve geçmişin ağırlığından kurtulmak için bellek olmazsa olmazdır. Geçmişin sinema eliyle yeniden inşası izleyiciyi geçmişe yakınlaştırır ve ikinci elden bir tanıklığı mümkün kılar. Bu post modern tarihlerin kendisi bizatihi olaydır ve uyandırdıkları güçlü duygusal bağla ilk elden yaşantılara dayanmayan bir empati ve özdeşime çağırırlar izleyiciyi. Protez hafızalar yordamıyla geçmiş yeniden inşa edilerek birinci elden deneyimlerin yerini tutacak ikame anılar yerleştirilir. Tarihi, drama izleyicisinin kıvamına getirmek suretiyle sahiciliğinden uzaklaştırmak ve sosyal/politik/kültürel kuvvetleri ihmal etmekle eleştirilebilir bu yaklaşım. Karamsarlar böylece sahte anılar üretildiğini söyleyeceklerdir ama tarihin modern yeniden inşası bizim geçmişle bugün nasıl bir bağ kurduğumuzu ele verir, geçmişle nasıl bir duygusal bağ kurduğumuzu ifşa eder.
Muhteşem Yüzyıl dizisinin uyandırdığı tartışmayı düşünelim: Kimileri gerçekliğin böyle bir dizi marifetiyle neredeyse tümden yok edildiğini ve manipüle edilmiş medya imgelerinin seyircilerin zihninde gerçek olayların yerini aldığını düşüneceklerdir. Böylece seyircilerin gerçekte ne olup bittiğinden haberi olmayacağı, seyircinin hakikatin sahici olmayan biçimlerini kabul etmeye ve böylece hakikati unutmaya sürüklendiği dile getirilecektir. Görünen o ki kaybedilen şey tarihin otoritesinin ta kendisidir. Yani artık o, üzerinde uzlaşılabilir ikna edici ve nesnel bir geçmiş dökümü üretmekten acizdir. Tarihçilerin artık bize, inanılabilir öyküler sunan tarafsız incelemeciler olduğu fikri terk edilmektedir. Bellek meselesi tarihin kavşak noktalarında, kültürel kimlik ve değerler hakkındaki ikilemlerin ayyuka çıktığı zamanlarda daha bir görünürlük kazanır. Geçmişi anımsamadan farklı olarak; Blade Runner, Total Recall veya Memento gibi Hollywood yapımlarında, hatırlanan kimlik ve deneyimin inşasında, gerçeklik ve simülasyon, hakikat ve yanılsama arasında oturmamış sınırlara bir ilgi görülür.
Alison Landsberg’e göre modernite yeni bir kamusal kültürel bellek yaratmıştır. Bu yeni bellek kişiyle geçmiş hakkındaki tarihsel anlatının ara yüzünde, bir sinema salonunda veya müzede yaşanan deneyimlerle ortaya çıkar. Bu temas anında yaşantı, kişinin kendisini daha geniş bir tarihe yamamasıyla gerçekleşir. Kişi yaşamadığı bir tarihi, daha kişisel ve derinden hissederek üzerine alır. Protez bellek; soykırım müzesi, tarihin gösterilerle yeniden canlandırılması veya Schindler’in Listesi gibi kitlesel bellek teknolojilerine atıf yapar. İnsanlar bunlarla geçmişi duygulu bir biçimde yeniden yaşamak ister. Böylece kitle kültürü tarihsel olayları kişisel/yerel tatlara uyarlar. Kişinin kendi anılarıyla ve kolektif bellekle ilişkisi bir bakıma yeniden kurulur. Landberg, protez anıların kamuda serbestçe dolaştığını ve insanın kişisel yaşantı arşivinin bir parçası haline geldiğini söyler. Bireyler yaşamadıkları bir deneyimi yaşamış gibi olmaktadır.
Protez bellek için neredeyse numune film olan Forrest Gump dijital teknolojiyle geçmiş üzerinde oynar ve ana karakterin tarihi figürlerle buluşmasını gösterir. Özdeşleşme yoluyla izleyici de kolektif bir geçmişle bedensel temas kurmuş olur. Üstelik protez anılar nakledilebilir ve böylece otantiklik, sahiplik veya miras iddialarına dayalı geleneksel bellek biçimlerine meydan okur. Holokost artık sadece Yahudilere, kölelik Afrikalı Amerikalılara ait değildir. Sinema ve diğer kültürel teknolojiler; farklı yerlerde yaşayan, farklı kültürden insanlar arasında ortak sosyal çerçeveler oluşturabilir. Böylece coğrafi ve milli bağlarla kayıtlı olmayan hayali cemaatler oluşabilir.
(Haftaya devam edeceğiz)