Sen kendini bilmezsen

İnsanın ne olduğuna dair soruya, iki türlü cevap verebiliriz. İlki insanın azdan çoğa giden bir gelişim çizgisi izlediğini söyler ve bir bakteriden insana evrimleşen bir çizgiye işaret eder. Diğeri, insanın çoktan aza yöneldiğini söyler, o ki insan Tanrı’dan insana doğru azalmıştır. İkinci görüş insanı aynı zamanda bir halife, Öte ile yeryüzü arasında bir köprü olarak tanımlar. Nasr’dan iktibas edersem, ‘Halife insan Öte’yle yeryüzü arasındaki aracı rolünün ve dünyevi alanın ötesine uzanan kemalinin bilincindedir; insana bu dünyevi alan üzerinde tasarruf etme imkanı verilmiştir; bu insan yeryüzündeki yolculuğunun geçici niteliğinin farkındadır.’ Modern bilim insanın göklerle olan rabıtasını kopardı : Kopernik kâinatın merkezinde yer almadığını söyleyerek insanı tacından etti, Darwin onun varlığın efendisi olduğu düşüncesinden uzaklaştırdı ve nihayet Freud, insanın kendi eylemlerinin bile sahibi olmadığını, kendi eylemlerine iradi olarak kumanda edemediğini söyledi. Bütün bunlar insanı, artık aciz, zayıf ve önemsiz bir varlık olarak görüldüğü, her keşifle birlikte saygınlığının daha da azalacağı bir dünyanın  ortasına getirip bıraktı. Guenon’un ifadeleriyle, ‘On dokuzuncu yüzyıl materyalizmi insan zihnini kendisinden yukarıda olana kapatırken, yirminci yüzyıl psikolojisi insan zihnini kendisinden aşağı olana açtı’. Böylece arı kovanına çomak sokuldu ve ‘eğer Tanrılara boyun eğdiremiyorsam, ben de cehennemi karıştırırım’ düsturu fehvasınca ruhunu semaya kapatan  insan, daha aşağı kuvvetlerin edilgen bir kurbanı olarak resmedildi. İnsan artık ‘ego bürokrasisi’nin bir kurbanı, derdi gücü kendi benliğini yüceltmek olan bir benlik avcısıdır. Tevazuun bu yeni resimdeki adı düşük benlik saygısı olacaktır. Oysa belki de insanın selameti kendi bencilliğinden kurtularak, kainattaki karşılıklı bağımlılığı fark edebilmesinde yatmaktadır. İnsan zihnini göklere açan bir psikoloji, evvel emirde kendimizi çoklardan biri ancak yalnızca biri olarak tanımlamamızı gerektiriyor.  Tevazu, göklerin altında kendimize bir yer bulmaktır.

Etrafımızı saran İlâhi işaretleri giderek daha az gördüğümüz  ve Tanrı’nın sözlerini daha az işittiğimiz bir çağda, bizi bu bakar körlükten kurtaracak farklı bir bilinç düzeyine ihtiyacımız var. Kâinata hayret nazarıyla bakmak, hayatın içine saklı mucizeleri keşfetmeye hazır olmak demektir. Bilinç, bakışını mâsivâdan uzaklaştırarak afak ve enfüse diker. Takva hayreti içerir, Allah’ın ayetlerini o gün ve o an fark ediyormuşuz gibi. İnsanın mucizesi, mucizeleri görebilmesidir. Ancak kendi benliğinden soyunan ve kainatın çağıltısıyla ritim tutan, varlığın niyazını işiten insanlar baktıkları zaman daha derin olana nüfuz edebilir. Eşyanın ve varlığın derinlerinde bambaşka bir hakikat bize el etmektedir.

İnsanı egosunun içine hapseden modern yaklaşımın aksine, kutsal bilime  dayalı bir nefsiyat, egonun çitlerini aşmayı vazeder. Bunun için önce modern bilimin araştırma sınırlarını genişletmek gerek, insan için neyin mümkün olduğuna dair algılarımızın çeperini büyütebilmeliyiz. Aşkın olanı maddi olana indirgeyen ve ölçülemeyen hiçbir şeyi bilimsel kabul etmeyen bir deneysel anlayış, sezgilere de yer açmıyor. İnsan, duyularının uzandığı yere kadar tanımlanıyor. Bilginin deneysel olana irca edildiğini görüyoruz. Deney için nesnenin kontrol edilebilmesi gerek, bu da ancak özne ve nesne ayrı olarak telakki edildiğinde mümkün olabilir. Böylece sadece dışsal ve kontrol edilebilir gerçeklikler  gerçek kabul edilir, yani gerçeklik görünür alana indirgenir. Görünmeyen dışarıda bırakılır. Görünmez âlem bütün hücreleriyle bilinmek için haykırmaktadır oysa, orada akıl işe yaramaz ve görünmez olan kendisini ancak sezdirir. Ancak içinizin alıcılarıyla oynar ve onu hissetmeye hazır hale gelirseniz, size kendisini açar. Bu yüzden bütün kadim öğretiler sezgiyle bilmeye büyük bir değer atfetmişlerdir. Duyuların ötesine geç, aklın ötesine geç, tecrübenin de ötesine geç. İnsan kendisini aşan ile sınırlarını genişletebilir ve aşkın hakikat çoğu zaman salt akılla bilinemez, orada kalbin aklını devreye almak, kalp gözüyle görebilmek gerekir. Sezgi, size konuşmakta olan Nihai Hakikat’in sesine kulak vermek, onu işitmeye hazır olabilmektir. Gayb’a açık olmaktır zira hakiki anlam ve zenginlik yüzeyin ve görünümlerin altında, suretler aleminin berisindedir. Can ve ten, kalp ve akıl, mana ve madde arasındaki sürgit gerilim, manevi olanın rehberliğinde maddi olanın yavanlığından kurtulma gayretini ima eder. İnsan tene sığmaz.

Görünmez gerçekliklerin görünür âleme nüfuz ettiği bir dünyayı modern bilimsel dünya görüşünün penceresinden anlamak çok zor. Bir pencere hem bir mekânın bittiği yerdir hem de açıldığında yeni bir mekâna geçme imkanı veren bir geçiş. Sezgiyi harekete geçirmek, sıkı sıkıya kapalı bir pencereyi açarak İlahi şuunatın içeri sızmasına izin verebilmektir. İnsan pervane misali yanmayı göze alarak, sezginin kanatlarında yükselir. Böylece Allah’ın tek Hakikat, diğer her şeyin de hem o Hakikat’i  işaret eden hem de aynı zamanda onu gizleyen şeyler olduğunu fark eder. Hikmet arayıcıları yüzyıllar boyunca bilginin en yüksek hedefinin Allah’ı doğru bir biçimde bilmek ve böylece kendini daha iyi anlamak ve gerçekleştirmek olduğunu düşünmüşlerdir. Söz döndü dolaştı yine Yunus ile bitti : ‘İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır…’