Bütün dünya parçalara ayrılır ve öylece bakarsınız. Sesinizi işitip de size dönecek bir yüz, ihtilaç zamanlarınızda ruhunuza bakım yapacak bir dost, aynı hatıraların şöminesinde ısınacağımız hiç kimse kalmamıştır. Nihai bir yoksulluk halidir bu. Günümüzde yalnızlık, artık ‘yeni yoksulluk’tur. İyi beslenmiş insanların açlığı. Çağımızın ruhsal sorunlarını geriye doğru sardığımızda, yeme bozukluklarından alkolizme, depresyondan intihara dek yalnızlığın ayak izlerini bulacağız. Modern insanın refah ve yaşama standardı yükseliyor da olsa, içinde iyileşmeyen bir boşluk var. Dışarıdaki hayat o kadar büyük bir hızla akıyor ki insanlar kendilerini tuhaf ve tanınmaz bir dünyada buluyor. Sadece dünün ülkesinde yaşayan ve karşılaştığı yeni manzaradan şaşkına dönmüş yabancılar haline geliyoruz. Dünün haritası bugün yol göstermiyor. Dün evinde olan, bugün gurbette.
Geleneksel antropolojiler insanı dikey ve yatay hayatlara sahip bir varlık olarak resmeder. İslam’da bu iki eksen, namazdaki secde ve kıyam halleriyle simgeleşir. İnsan hem abd/kul, hem de halife/elçidir. Yalnızlık da bu iki eksende gerçekleşir: Dostumuz insanlardan uzaklaşmak yahut dikey boyuttan mahrumiyet, yani anlamsız bir evrende anlamsız bir hayat sürerek, varoluşsal/manevi yalnızlığın boşluğunda amaçsız gezinmek.
Yalnızlık, modern dünyanın bir salgını. Yalnızlık ve sosyal yabancılaşma insan için ağır bir yük. Başka insanlarla anlamlı bir bağ kuramadığımızda hem beden hem de ruh olarak ölüyoruz. Başka insanlarla bağ kurabilmek, hem bizi kendi bencil heveslerimizin ve süfli arzularımızın ötesine taşıyor hem de daha geniş toplumun menfaatlerini görmeye/gözetmeye başlıyoruz. Sosyal bağlarımızın derecesi bizim sağlık ve mutluluğumuzu artırdığı gibi, bizimle irtibata geçen insanları da olumlu yönde etkiliyor. İnsan olarak birbirimize muhtacız. Uzaklığın şifası yakınlık, yalnızlığın şifası da birbirimize yurt ve sığınak olabilmemizde. Ama önce aşina olmak gerek.
Aşinalık gerçeklik duygumuza istikrar kazandırır. Aşinalığı yitirmek dünyadan varoluşsal anlamda kovulmaktır. İçinde yaşadığımız çevreye aşinalığımız azaldığında varoluşsal endişe sökün eder: Artık dünyada evde değilizdir. Bugün insanlarda gördüğümüz o umutsuzca arayış, bir psikolojik ev arayışından başka bir şey değil. İçsel vatansızlık hissini iyileştirmek istiyoruz. Ruhumuzu demirleyecek bir liman, orada olmakla varoluşun ağır yükünden bizi azat edecek bir emniyet hissi arıyoruz. Sosyal alanın zayıflaması, varoluşsal yalnızlığı insani ilişkilerle gidermeyi zorlaştırıyor. Sosyal yabancılaşmadan kaynaklanan güvensizlik, yalnızlığı katmerlendiriyor. İnsan Allah’ı duymuyor, ailenin fertleri birbirini duymuyor, hatta insan kendi varlığına bile yabancılaşıyor. Yalnızlık, varlığın tam kalbinde ağrıyan bir boşluk. Sevmek ve sevilmek istiyoruz, en azından bir insan tarafından bütünüyle kabullenilmek ve bilinmek istiyoruz.
Manevi yalnızlık, içimizde başka insanlarla dolduramayacağımız bir boşluk. Fromm, “İnsan olarak en büyük sorunumuz aslında bize bağışlanan en büyük hediyedir” demişti: Varoluşumuza dair farkındalık. “Kendinin farkında olan hayat”larız biz. Ayrı bir varlık olduğumuzu fark etmekle, ayrılık ve varoluşsal yalnızlığımızın da farkına varırız. Sevginin ilk vazifesi dinlemektir. Sevgi, muhatabına dünyada yer açmaktır. Bir de etik yalnızlık var, siz acıyla haykırırken dünyanın sizi duymaması, sizi onca acının içinde işitilmemiş, anlaşılmamış ve el uzatılmamış bir biçimde yalnız bırakması. Etik yalnızlık, bize insan vicdanına dair ıstıraplı sorular sordurur.
Modern benlik, kaderini pazar güçlerinin belirlediği bir benlik, sosyal alandaki güçlerin değil. Herhangi bir istikrarlı öze yaslanmayan, hazırda bulduğu kimlik parçalarını alıp kuşanan bir sosyal bukalemun. Başarı, gerçek benliğimizden kaçabilme yeteneğimizle ölçülür. Mevcut durum ve şartlardan en fazla gücü devşirmeye ayarlı bir benliktir bu. Eyyamcı ve pragmatik benlik, gerçek benliği o kadar derinlere iter ki halisane ve sahici bir hayat yaşamıyor olmak artık utanç uyandırmaz. Kişi reklamcılığın canlı bir egzersizi halini alırken sağlam karakter değer kaybeder. Hayat, kişinin değişen iştahlarını karşılayacak bir dizi seçimin kaleydoskobuna dönüşür. Eşler, inançlar, işler ve evler hızla değişir. Modern dünya gibi bukalemun benlikler de bağsız, tahmin edilemez ve seyyaldir. Kısa vadeli ittifaklar olabilirse de benlik yeri geldiğinde bunları geride bırakır ve yeni bir dizi talebe yelken açar.
Modernite bir ruhsal sürgün. Dünya artık aşinası olduğumuz bir yer değil. Hakikat ve kesinliğin hüküm sürdüğü bir dünyada değiliz. Ruhumuzu demirleyebildiğimiz bir yer olmadığı için de yalnızız ve kendi içimize bile söz geçiremiyoruz. Ahlaki bireycilik, kişisel çıkarlarımıza hizmet eden ahlaki plasebolara yöneltiyor bizi. Sosyal bilincin kaybolduğu bir dünyada neyi ahlaksızlık saydığımız giderek belirsizleşiyor. Kendi arzularımıza göre yonttuğumuz ahlaki emirler ediniyoruz. Eğer sosyal olarak uygun görülen bir ahlak yoksa, kendimize iyi davranmak, ahlaklı olmamıza yetiyor. Ahlaki açıdan anlamlı ilişkilerin de yıkıma uğramasıyla pekişiyor bu durum. Dostluklar giderek simgesel hale geliyor, dostluk dediğimiz şey de izlenim yönetme stratejisine dönüşüyor. Kişisel mutluluğa hemen şimdi ulaşmaya hakkımız olduğu düşüncesiyle her şeye aynı anda sahip olmak istiyoruz.
Yalnızlık, bizi bilen veya bize ihtimam gösteren birinin olmadığı dehşetidir. Modern dünyada pek çok insan sosyal medya aracılığıyla bu tanınma ve bilinme arzularını doyurmak istiyor. Teşhircilik boyutuna varan bir gösteri marifetiyle, hayatlarımızı kamusal alana açıyor ve acılarımızı, hastalıklarımızı, yediklerimizi/giydiklerimizi paylaşmak istiyoruz. Yaptığımız ve yapmayı ümit ettiğimiz eylemlerde bir değer ve gerçeklik bulamadığımızda anlamsızlık ve can sıkıntısı sökün ediyor. Yoğun bir can sıkıntısı halinde ruhun ölümü gerçekleşiyor. Etrafınıza bir bakın, yaşayan ölüler her yerde. Ruhu yaşatmak için, safları sıklaştıralım.