Arkadaşım bir Anadolu şehrinde rast geldiği doksanlık dedeye, ‘Hayat nasıl geçti?’ diye sorduğunda, şu cevabı vermiş dede: ‘Yarım kalmış bir rüya’. Bazen hayat bir rüya gibi yaşanır, bazen de bir rüya hayatın kendisi olur. Düş ve uyanıklık arasında gelip gittiğimizi sanıyoruz, ama içinde bulunduğumuz âlemin, ‘paylaşılmış bir halüsinasyon’ olmadığını nasıl bilebiliriz? ‘Kırk köpek bir hayalete havlar, dört yüz köpek onu bir gerçeğe dönüştürür’ diyor Joseph Campbell. Rüya âlemi hakkında hâlâ çok az şey biliyoruz. Geceleri önümüze açılan uçurumlara yaklaşıyor, bir rüyanın kuyusuna düşüyor ve eşsiz yolculuklara çıkıyoruz. “Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz ve uykuyla çevrilidir küçücük hayatımız…” der Shakespeare.
Rüyalar psikanalitik kuram ve uygulamada merkezi bir yer tutuyor. Rüyalar konusunda bugün psikiyatri ve sinir bilimleri yeni bilgiler elde etmişlerse de psikanalitik kuramın ana izleğini Freud’ un 1905 tarihli Rüyaların Yorumu adlı eseri çiziyor. Freud kendi analizinde de rüyalarından geniş ölçüde yararlanmıştır. Rüyaların Yorumu’nda özetle şunu söyler: Rüya, bireyin gündelik hayatta farkına varamayacağı bilinç dışı bir fantezi veya arzunun dışa vurumudur. Rüya imgeleri simgeleştirme, yer değiştirme ve bastırma gibi mekanizmalarla kılık değiştirmiş bir halde bilinç dışı imge ve düşünceleri anlatır. Yani rüyaların bir manası vardır ve bu da hastanın serbest çağrışımlarıyla anlaşılabilir. Bastırılmış hatıralar veya farkına varamadığımız fikirlerimiz rüyalar yoluyla açığa çıkar. O yüzden rüyaların araştırılması Freud’ a göre bizi ‘bilinç dışına götüren kral yolu’ dur. Rüyaların analizi egonun savunma mekanizmalarıyla bilinçten gizlenen malzemenin açığa çıkarılmasından ibarettir.
Freud’dan bugüne dek yapılmış olan pek çok uyku araştırması uyku süresince bilişsel etkinliklerin sürdüğünü gösteriyor. Uykuda düşünmeye devam ediyoruz. Pek çok vaka bildirimi bize bir hastalığın başlamadan önce kişiye açık veya kılık değiştirmiş bir biçimde malum olduğunu söylemektedir. Kişi gerçekte bir kalp hastalığı ve göğüs tümörü olmadan önce bunu rüyasında görebiliyor. Rüyalarda meydana gelen ani ve hızlı değişimlerin kişinin ruhsal dünyasındaki hızlı ve ani dönüşümlerin habercisi olduğuna dair veriler de vardır. Söz gelimi depresyona giren kişiler birdenbire rüyalarının bittiğini, boşaldığını, daha karanlık ve ufûnet dolu hâle geldiğini bildirir.
Modern derinlik psikolojisi insan ruhunun bir kısmının bilincin parçası olamayacak kadar derinlere gömülü olduğu fikrindedir. Jung, Freud’un hilafına, rüyaların işlevinin tamamlayıcı olmaktan çok dengeleyici olduğu görüşünü ortaya atmıştır. Bilinçdışının da kendisine mahsus bir bilinci olduğu kanaatindedir. ‘Belirli rüyalar, hayal ve mistik yaşantılar’ diye yazar, ‘bilinçdışında da bir bilincin varlığına işaret eder. Bilinçdışına sıkıştırılmış olan bilgi, bilinçte olandan kat be kat fazladır’. Jung, bilinçdışı bilginin bilince aktarılabildiğinde muazzam bir bilgi artışına yol açacağı fikrindedir. ‘Bilinçdışının da algıları, amaçları ve sezgileri vardır, tıpkı bilinçli bir zihin gibi hisseder ve düşünür’ der ve bu görüşüyle Freud’dan farklılaşır. Ona göre bilinçdışının kendisine mahsus bir hayatı, bir tutarlılığı ve zekâsı vardır. Rüyada doğmakta olan bir dünyanın tohumları saklıdır. Kişi ümitsizlik, telaş ve yön kaybından muzdarip olsa da kendisini rüyada ele veren bir anlam ona yol gösterebilir, onu teyit edip destek sağlayabilir. Rüyalar gündelik hayatta gerçekleşebilmek için rüya görenin dikkat ve güvenine muhtaçtır. Bir rüyanın bildirdiği mesaja güvenebilmek demek onun haber verdiği iç ve dış değişimlere hazır olmak demektir. Erich Fromm da rüyaları ‘unutulmuş bir dil’ olarak tanımlar. Dil, burada da varlığın evidir; evdir çünkü onda yerleşilir ve huzur bulunur.
Jung rüya görmenin akli bozukluğu olanlar kadar “normal insanlar”ın gündelik huzuru için de önemli olduğunu, rüyaların bir nevroz belirtisi olarak algılanmaması gerektiğini düşünüyordu. Aralarındaki temel fark, Freud’un rüyanın ne sakladığını, Jung’un ise ne açıkladığını bulmaya çalışmış olmaları.
‘Geceleri önümüze açılan uçurumlara yaklaşan’ bir gölge varlık halini yaşıyoruz ve ‘rüya görüyorum o halde varım’ diyoruz. Tanpınar’a kalırsa, ‘Zihnin bazı imkansız vuzuh anları uyanık halde görülen bir rüyadan başka bir şey değildir. Vecd, rüyadır.’ Kierkegaard’a göre, ‘ruh insanda rüya görendir’.
Geleneksel kültürlerin rüya bilinci ile uyanıklık bilinci arasına büyük duvarlar örmediğini biliyoruz. Pek çok kültürde rüyanın rüya gören ile rüyada görülen arasında bir iletişim sağladığı düşünülür. Bir hadise göre, ‘Sâdık rüya vahyin kırk altıda biridir.’ Böylece ilâhî mesajın rüyalar yoluyla insanlara ulaşmasının hâlâ mümkün olduğu îmâ edilmektedir. İlhamın kapıları kapanmaz. Bazı kültürler, sözgelimi Mayalar, rüyaları hayatın merkezine yerleştirmişler ve ifadenin en güçlü aracı saymışlardır. En eski Mezopotamya tabletlerinde kralların rüyalarının taş tabletlere kazındığı görülmüştür, keza Mısır’da da kayıt altına alınan rüyalardan oluşturulmuş rüyalar kitabı bilinen bir örnektir. Tarihin belki de en meşhur rüyaları, Yusuf kıssasında anlatılır; önce Yusuf’un kendi hakkında gördüğü Yakub’un korkusu olan rüya. Sonra, Yusuf’un zindandaki iki arkadaşının rüyası ve daha sonra da Mısır kralının ülkesinin kuraklığı hakkında Yusuf’a yorumlattığı rüya. Neredeyse tüm kıssa rüyaların ritmiyle yürür. Rüyalar, zamanda zemin basamakları oyarak ileri ve geri tüm oluşumu yönlendirirler.
Meşhur rüyalardan biri de Nabukadnezar’ın rüyasıdır. Kâhinlerinden yorumlamalarını istediği rüyayı hiçbirine anlatmaz, sırrı bilebilecek olanın, rüyayı bilmesi gerektiğini söyler. Sonunda rüyayı, yorumuyla birlikte ona anlatan kâhin, Nabukadnezar’ın sonunu da başlatacaktır. Kendini gerçekleştiren bir kehanet korkusu mudur acaba kötü rüyaların anlatılmaması gerekliliğine dair o geleneksel itikat? Anadolu’da rüya anlatmaya yeltenen birisine ‘Hayır olsun!’ diye mukabele edilir, hatta kötü rüyanın anlatımına izin verilmez.
Anlaşılan o ki rüyalar insana pek çok şey söylüyor. İş, onları dinleyip anlayabilecek hünere sahip olmakta. Yani kalp bilgisine…