Travma, konuşulamayan ve düşünülemeyen deneyimlere işaret eder. Ruh yarası. Kelimelere dökmekte zorlandığımız, insanın hayata tutunduğu yerleri törpüleyen, sıra dışı bir deneyim. Sıra dışılığı nadir oluşundan değildir, insanın hayata normal uyumunun sınırlarını zorladığı, bu sınırların dışına çıktığı içindir. Kurban o ana dek kendisine hiç sormadığı sorulara bir cevap bulmak zorundadır. Ruh yaralandığında, ortada cevaplardan daha çok sorular vardır. Onca travmadan sonra nasıl iyileşeceğiz? Ben bu satırları yazmaya oturduğumda, Mescid-i Nebevi’nin hemen yanında bir intihar saldırısı gerçekleşmişti. Terör artık doğrudan esenlik duygusuna saldırıyor ve şunu söylüyor: Peygamberin evinde dahi güvende değilsiniz. Dünya giderek tekinsiz bir yere dönüşüyor ve İslam coğrafyası, mübarek aylarda dahi saldırıya uğruyor. Saldırganların bir kutsallarının bulunmadığı çok açık, Kabe ve Mescid-i Nebevî Müslümanların kalbgâhıdır, canevidir. Bütün mezhep ve fırkalardan Müslümanların ortak ve özge değerlerine yönelik bu saldırı, bize had tanımazlık ve ahlak bilmezliğin varabileceği korkunç boyutları gösteriyor.
Katliamlar kolektif travmaya dönüşüyor
İnsan olarak bizi bu dünyada ayakta tutan bazı temel inançlarımız var. Dünyanın özünde müşfik, tahmin edilebilir ve anlamlı bir yer olduğuna inanırız. Kendimizi sevilesi ve değerli varlıklar olarak görürüz. Bu inançlar bize bir güvenlik duygusu ve incinmezlik yanılsaması verir. Oysa travmalar, büyük ruhsal örselenmeler bu inançları kökünden sarsar. Kötülüğe maruz kaldığımızda veya ona tanık olduğumuzda, dünyaya dair inançlarımız ve onun hakkında bugüne dek geliştirmiş olduğumuz selim anlatılar yara alır. Biz artık incinebilir varlıklarızdır ve bir değerimiz olduğu da kuşkuludur. Hemen bir anlam ararız, başımıza gelen neden bizim başımıza gelmiştir ve olan bitenler bize ne anlatmaktadır? O anlamı bazen kendi hayat öykümüzde, bazen bizden önce yaşamış olanların oluşturduğu geniş kültürel anlatıda buluruz.
İstanbul’daki havalimanı saldırısı, saldırganların insan hayatı karşısındaki korkunç pervasızlığını gösteriyordu. Daha fazla cana kıymakla daha çok ruhsal hasar bırakmak gibi bir hedef gözetir gibiydi caniler. Türkiye’nin son yılda yaşadığı ve tanık olduğu büyük katliamlar giderek bir kolektif travmaya dönüşüyor ve belleklerimize kazınıyor. Sadece belleklerimize ve ruhlarımıza değil, bedenlerimize de nakşoluyor. Genel bir tedirginlik ve güvensizlik havası, en ufak bir kımıltıda kötü bir şeyler olacakmış hissi veren bir teyakkuz haline inkılap ediyor.
Türküler toparlanmaya kılavuzluk eder
Toplumca örselendiğimiz zamanlarda imdada kültürel kaynaklarımız yetişir, bu toplumun yüzyıllar boyunca biriktirdiği antikorlar bünyemize saldıran mikroplara karşı harekete geçer ve bağışıklık sistemimizi tahkim eder. Ne ki kültürel kaynakların toplumun bütününe tutarlı bir güvence sunamadığı zamanlar da vardır. Toplumun ruh ve mana olarak ayrıştığı, siyasi taraftarlığın millet olma ahlakının önüne geçtiği zamanlarda kolektif travmalar bir tektonik kaymaya yol açar, olumlu olan olumsuz olanla yer değiştirebilir. Güvenin yerini paranoya, destek ve dayanışmanın yerini saldırganlık, pozitif kimliğin yerini negatif kimlik veya kimlik karmaşası alabilir.
Kolektif travma bizi bir arada tutan bağları infilak ettirerek toplumsal hayatın temel dokularını tahrip ediyor. Acıda ve sevinçte ortak bir millet olduğumuz duygusunu havaya uçuruyor. Kolektif travma, tanımı gereği, kültürel sistemin sürekliliğine ve bütünlüğüne doğrudan bir saldırıdır. Aslında kültür vazifesini doğru yaptığında, travmanın yıkıcı etkilerini tamponlar. Gazzeli çocuklarla yapılan bir çalışma, günübirlik ölüm tehdidi ve baskının neredeyse olağanlaştığı bir coğrafyada, Filistin kültürel değerlerine ve dünya görüşüne bağlılığın çocuklar için koruyucu bir etken oluşturduğunu göstermiştir. Irk ayrımının hüküm sürdüğü yıllarda benzer bir koruyucu etken Güney Afrikalı siyahi çocuklar için de gösterilmiştir. Kültürel hikaye, mit ve efsaneler geçmişte atalarımızın dert ve tasalarla nasıl başa çıktığını bize aktarır. Türküler, deyişler, kıssalar zor zamanların altından nasıl kalkacağımız konusunda bize kılavuzluk eder. İçinde soluk alıp verdiğimiz kültür, bizi tarih içinde bir yere yerleştirir, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuza dair bir yön ve anlam duygusu sağlar. Yaslandığımız ortak bir kültür varsa, onca yıkıntıdan sonra, kalıntılar üzerinden yeni bir dünya inşa edebiliriz.
Kitlesel travma güven duygusunu zedeler
Kötülük bazen bütün psikolojik savunma mekanizmalarını deler geçer, ona tanık olanlarda inkara bile mesafe bırakmaz. Böyle akut bir incinebilirlik ve kırılganlık duygusu yaratır. Travma sadece intapsişik dünyamızı etkilemez, yeri gelir kişisel ilişkilerimizi ve bazen kimliğimizi de değiştirir. Ahlaki uzlaşılarımızı, güven ağlarımızı, dünya görüşlerimizi alt üst ederek bizi çıplak ve savunmasız bırakır. Kolektif travma sosyal bağları koparır, toplumsallığın altını oyar ve eski destek kaynaklarını tahrip eder. Yaygın şiddet ve kitlesel travma, temel güven duygusunun toplumsal yapılardan çözünmesine yol açar. Oysa hayatı mümkün kılan da bizatihi bu güvenlik duygusudur. Bireysel travmanın kişinin ilişkilerini değiştirebildiği gibi kolektif travma da toplumun diğer toplumlarla nasıl ilişki kurduğunu belirler. İçe çekilme ve yalnızlaşma, düşman ve günah keçisi bulma, dış bir güce kayıtsız şartsız teslimiyet yaygın tepkiler arasındadır. Bireysel travma nasıl temel inanç ve kimliklerimize bir meydan okumayı temsil ediyorsa, kolektif travma da ortak atıf çerçevelerimize, temel değerlerimize ve bir toplumun kendisini ve dünyayı nasıl anladığına tesir eder.
İyileşme üç safhada gerçekleşiyor
Ruhsal travma bireysel düzlemde çaresizlik ve yalnızlık hissi üretiyor, iyileşebilmek için düştüğümüz yerden daha güçlü bir biçimde doğrulabilmemiz ve çevremizle yeniden bağ kurabilmemiz gerekiyor. İyileşme üç safhada gerçekleşiyor: Evvel emirde emniyetin sağlanması gerek, sonra hatırlayış ve yas ve daha sonra gündelik hayatla bağın yeniden tesisi gelir. Öğrendiklerimizi hayatımıza katabilmemiz, güç ve kontrol duygumuzu berkitmemiz ve güven duyduğumuz insanlarla yeniden bir dayanışma içine girebilmemiz icap ediyor. İyileşebilmek için neyi yitirdiğimizi bildiğimiz kadar neyi hala elimizde tuttuğumuzu da fark edebilmemiz lazım. Umuda tutunmak ve geleceği, bu ülkenin birbirinden farklı düşünen insanları olarak, birlikte kurmak zorundayız. Bunun için milli bir dayanışma duygusunun harekete geçirilmesi, dış siyasette olduğu kadar iç siyasette de dost ve düşman tanımlarının gözden geçirilmesi yararlı olacaktır. Byung-Chul Han’ın sözleriyle : ‘Öteki’yle, onu farklılığıyla olduğu gibi kabul edip onaylayacak bir ilişki mümkün olmalıdır. Bu olduğu gibiliğe evet demektir, dostaneliktir. Dostanelik, öteki’ni edilgence kendi haline bırakmak değil, onun olduğu gibiliğine karşı aktif, katılımcı bir yaklaşım demektir. Dostane davranış, ancak Öteki’ne veya yabancıya karşı gösterilebilir. İnsanın kendisiyle arasındaki fark ne kadar büyükse, yabancıya o kadar dostça yaklaşılacaktır… Dostanelik politikası, asgari bağ ile azami bağlılık, asgari akrabalıkla azami yakınlık yaratır’.
Ruh yarasını iyileştirecek olan yürek hizasıdır. Memleket kadar acı da hepimizindir. Başımız dara düştüğünde, yaslandığımız o büyük istinatgah olarak şükür ki hala türkülerimiz, dualarımız, birbirimizi tanımamıza yardım edecek bir kültür ve uygarlığımız vardır.