Bir yerde böbürlenme gördüğünüzde, burnunuza yoğun bir değersizlik duygusunun yaydığı çürüme kokusu gelebilir. Bütün samimiyetsizlik ve kötülüğü dışarıda bulan ‘avcı’ların riyakârlığı, kendilerinde iyileştirmeye değer hiçbir nitelik bulmamalarıdır. Toplumsal bir meselenin toplumu oluşturan bazı fertlere hiç dokunmadan geçmesi mümkün değildir oysa. Kötülük, bazen sadece başkasını işaret eden parmaklarımızdadır.
Bugün duygusal olarak fakirleştirilmiş bir dünyada yaşıyoruz. ‘Sosyal bilinçdışı’mız rekabetçilik ve tüketimciliği hayatta kalmanın yöntemleri olarak pazarladığında, sadece kendimiz için iyi saydığımızla yetiniyor ve başkalarının ihtiyaç ve önceliklerini fark edemez hale geliyoruz. Her toplum işlerin olma ve yapılma biçimiyle temel bazı inanç ve tutumları ileten bir mega ailedir. Bu sosyal bilinç dışı, mevcut güç yapılarından köken alır. Bu yapılar biz onların farkında olmadan beklenti ve değerlerimizi biçimlendirir. Onları sorgulayamaz, onlar hakkında soru soramaz ve bize verili bu gerçekliği sîgaya çekemeyiz. Oysa bu sosyal bağlamı oluşturan biziz. Biz o çemberin dışına çıkamadığımız için orayı gerçekliğin tamamı sanıyoruz. Sözgelimi modern Batı dünyası, maddi ve teknik ilerleme üzerine odaklanmış bir kültürü gerçeklik sayar ve artmış üretim ve büyümeyi insan ilişkilerinin önüne koyar. Maddi refahımızın duygusal felahımızı önceleyeceği, maddi ilerlemenin zaten ruhsal ilerlemeyi de sağlayacağı düşünülür. Böylece bir ‘bencillik çağı’na girilir: Benlik pazarın salınım ve özelliklerini taklit eder, her türlü sözleşme ve anlaşmaya açık hale gelir. Bir gün öyle, bir gün böyle. Çıkarı nasıl icap ettiriyorsa öyle. Bu arada aileler küçülür, insanın erdemleri öğrendiği bir yer olmaktan uzaklaşır, ömrü kısalır. Evliliklerin yarısı boşanmayla biter ve anne babalar okul öncesi çocuklarıyla giderek daha az göz göze gelir. Erdem ve ahlâk, önce anne babadan öğrenilir oysa, terbiye evde başlar. Okullar çocuklarımıza hayal kurmayı, zor sorular sorabilmeyi, dikkati teksif edebilmeyi ve sürdürebilmeyi, esnek düşünmeyi öğretebilmeli. İyi öğretmenlere güvenilmeli ve önleri açılmalı. Her şeyin sayılara irca edildiği bir sistem çocukların iç dünyalarını büyütmez, sadece onları dişlide daha işe yarar bir vida haline getirir. Kimsenin üzerine düşen sorumluluğu üstlenmediği bir toplumda, herkes kendisini bir şeylerin kurbanı sayma eğiliminde olur.
Bireysel benliklerimiz tüketim toplumunun pençesinde zayıflıyor ve çocuklaştırılıyor. “Ani tatmin çok zaman alır”. Tüketimcilikle zayıflayan ve pazar ekonomisinin kıvamını alan benlikler, mutlak tatmin fantezileriyle daha da bağımlı kılınıyor. Reklamcılık aç benliği dışarıdan alınan eşya ile doyurabileceğimizi telkin ediyor. Bir türlü büyüyemeyen ergenler, kredi kartı borçları yüzünden iki yakasını bir araya getiremeyen erişkinler, politik sloganlarla hayatın anlamını çözdüğünü sanan kuşaklar, bir bakıma içinde yaşadığımız küresel tamahkârlık çağının kurbanlarıdır. “Bir düğmeye bas ve rahatla” kuşakları. Halbuki özdenetim ve tatmini geciktirebilmek, bize gerçek hayat hünerlerini öğrenmenin pencerelerini açar. Bu hünerler, kendine yetmeyi başarabilmek, yaşadıklarından öğrenebilmek, başkaları için ihtimam gösterebilmektir. İnsanlığa, âleme ve her şeyin özünde yaratıcımıza bir borcumuz olduğunu idrak edebilmektir. Yeri geldiğinde kendi nefsimizden fedakârlık edebilmek ve kaybedişin acısına katlanabilmek, alın teri akıtmadan, emek sarf etmeden bir ödül beklememektir. Gayret ve adanmışlık gerektiren uzun vadeli hedefler, giderek cazibesini kaybediyor. Dünyayı bulduğundan daha güzel bırakmaya niyetlenen “dava delileri”, dişinden tırnağından artırdığını mürekkep kokusuna yatıran “kitap delileri”, bir fikrin heyecanıyla uykusu kaçan gece gezginleri tuhaf yaratıklardır artık. Ekonomik faydası olmayan bir etkinliğin ziyan hanesine yazıldığı bir çağda, samimiyet de ölmeye yatmıştır.
Bir yol daha var. Kötülüğün kol gezdiği bir dünya hepimizi sorumluluğa ve ihtimam ahlâkına davet ediyor. İhtimam, bir dizi ilke veya duygudan ibaret değil, o bir etkinlik. Her insanın içinde olduğu bir etkinlik, zira her birimiz ihtimam alıyor ve veriyoruz. Sevilme ve gözetilme arzumuz ihlal ve ihmal edildiğinde ruhumuz yaralanıyor. Dünyayı iyi ve güzel bir biçimde devam ettirebilmek ve yeri geldiğinde onu onarabilmek için, ihtimam. Mabede ihtimam, tarihe ihtimam, tabiata ve insana ihtimam. Bunun için on yedinci yüzyıl Aydınlanma’sından neşet eden soyut birey hakları veya ahlaki evrenselcilik düşüncelerine bel bağlayamayız. Bunlar eşitliksiz sosyal güç gerçeğini ve belirli bir zamanda değişen ihtimam ihtiyaçlarımızı nazar-ı itibara almaktan uzak. Yaşayan insanın kendi özgül hayatı içinde ihtiyaçlarına dikkat kesilmek ve onların hayatlarını da kendi hayatlarımız kadar ciddiye almak mecburiyetindeyiz. Kendi varlık alanımızın dışında saydığımız herkesi etiketleyerek insanlıktan tenzil-i rütbeye uğrattığımız bir zihinsel faaliyet; bir tür konformizm, bir “vicdan istirahati” kapanına yakalanır. Dünyayı ve insanları daha fazla çıkar için istismar edemeyiz. Biz ekonomiye ve idarelere hizmet için var olmadık, onlar bize hizmet için var. Kendimizden büyük bir amaç için dünyaya ne verebildik? Kazandıklarımızdan ne kadarını başkalarıyla paylaşabildik? Her geçen gün faniliğe akan bu hayatımızda, hangi iyilik bizden dünyaya yayıldı?
Yaşamışlığın kederi üzerine sindiğinde bir yer bize vatan olur. Bir şehir değişmezleriyle bize bir süreklilik ve emniyet duygusu verir. Bir aile samimiyet ve yakınlığıyla bize bir şahsiyet ve seciye kazandırır. Bir dostluk, fedakârlıkla boy atar. Zaman tefekkürle taçlanır. İyi olan her şey, özünde halisane emeğin ve ebediyetin mührünü taşır.
İnsanı yaşatamazsak, devleti yaşatamayız. Döktüğümüz her beton, insan ruhunun katılaşması olarak bize geri dönüyor. Tabiatta ve insanda göğü göremiyorsak bir sorun var demektir. İktisadi büyümenin insani maliyetlerini tartıya çıkarabiliriz. “İşletme hastalığına tutulmuş” ve her yerde verimlilik gözeten, bu arada insanı bozuk para gibi harcayan modellere karşı sesimizi yükseltebiliriz. E.F. Schumacher’in bir kitabında söylediği gibi, “küçük güzeldir”. Güzel de çoğu zaman hesaba dökülemeyen, ölçüp biçilemeyen, kendini bir bakışta ele vermeyende gizlidir.