Olmak cesareti

milletin adamlari

‘Tankın üzerine çıkmış askeri ikna etmeye çalışıyorduk ama silahını bize doğrulttuğu her seferinde korkup kenara çekiliyorduk’ diye söze başladı adam, ‘beş dakika geçmemişti ki yalınayak, şortlu, bedeninde kocaman dövme olan bir kadın bir hışımla geldi ve tankın üzerine çıktı, tankın üzerindeki askere okkalı bir küfür savurduktan sonra, ‘sizin burada ne işiniz var?’ diye bağırarak onu sarsmaya başladı. Asker şaşkındı, serseme dönmüştü, yandaki gençlerden birisi hemen elindeki silahı kaptı ve tanktan indirdik’. Bu hikayeyi bana anlatan adam mütedeyyin birisiydi ve kendi ölçülerine göre hayli farklı yaşantısı olduğunu düşündüğü bir kadının bu cesareti göstermesi, onu çok şaşırtmıştı. O meşum geceden beri her birimizi ağlatan binlerce yiğit hikayesi dinledik ama bu hikayeyle başlamamın sebebi, bu cesaretin milletin maşerî vicdanıyla alakalı bir tepki olduğunu söylemek için. Vicdan bütün mesafeleri aşar.

Çocukken, yazları köyümüze gittiğimizde küçük amcamın odasında bir resim dikkatimi çekerdi. Amcam o resme bakar bakar ağlardı. O sıralar yirmili yaşlarının ortasında olmalı. Bir fotoğrafa bakıp bakıp ağlayan bir adam. Ben de amcamı çok seviyorum ya, onu taklit eder, o resme bakar ağlardım. Büyüdüğümde o resmin kime ait olduğunu öğrendim: Adnan Menderes. Anadolu’nun bağrında, genç bir çiftçiyi bu resme baktığında ağlatan şey ne olabilir? Bu resim neden onun duvarını süslemektedir? Menderes onun ruh koordinatlarında nereye oturmaktadır? Bu sorulara cevap verebilmek için biraz daha büyümem gerekiyordu. Lise talebesiydim, babacığım bir gün bana üzüntüyle, hayatta onu en çok utanca sürükleyen şeyin ne olduğunu anlatmak ihtiyacı duymuştu. Bu dert onu yıllarca kemirmiş, için için üzmüş ama kimseye içini dökememişti. Benim kendisiyle dert paylaşacak kadar büyüdüğümü düşündüğü bir gün, kendisini geceleri uyutmayan, ara ara nöbetler halinde yoklayan bir pişmanlığını paylaştı. İstanbul’da yirmi bir yaşında hem okuyor hem de çalışıyor, askeri ihtilal olmuş, cebinde beş kuruşu yok, Aksaray’dan Taksim’e gitmesi gerek. O sırada ihtilal yanlısı nümayişçiler Taksim tarafına kamyonla gidiyorlar, babam o arabaya binmiş. Onların arabasıyla Taksim’e kadar gitmiş olmak, hayatı boyunca namusuyla yaşamış, helal rızkın ve çalışmanın önemine inanmış, tertemiz bir insan olarak kalmış babacığımın ömründe yaşadığı en büyük utançtı. O da Menderes’i çok seviyordu, o da darbecilerden nefret ediyordu. Ama o vasıtaya binmiş olmaklığını da bir türlü affedemiyordu.

Bu ülke askeri ihtilallerin travmalarından iyileşmedi henüz. Adnan Menderes’i bu kadar sevip de onu koruyamamış olmanın utancından iyileşemedi. Amcamın bakıp da ağladığı, kötülük karşısında takınılan o çaresiz suskunluğun verdiği utançtı. Bir millet bir başvekil seçmiş, onu baş tacı etmiş ve ona bütün arzularını yüklemişti. Onunla bir hayal kurmuş, onda kendi haysiyet taleplerine bir cevap bulmuştu. Ancak onu zalimlerden koruyamamıştı. Sinmiş, içine kapanmış, bu utancı bir eziklik hissi halinde yıllarca ruhunda gezdirmişti.

Bastırılmış olan geri döner. 15 Temmuz 2016 gecesini hiçbirimiz unutmayacağız. Bu toprağı vatan kılan şeyin onu imanla sevmek olduğunu, bu toprağın harcında şehit kanı ve anaların gözyaşı kadar, harim-i ismetini cesaretle savunmak da bulunduğunu bize bir kez daha hatırlattı bu gece. İşgal kuvvetlerine karşı ayaklanan o derin bilgeliğin, o vakur asaletin, bin yıldır bu toprağı mayalayan o derviş yiğitliğinin kaybolmadığını, bir ruh ve duygu olarak hep var olageldiğini bize gösterdi. Böylesi bir külli irade ancak buhran zamanlarında tecelli eder ve bir milletin yönünü ışıtır, aydınlatır. Ancak kalbi olan bir millet zulme direnebilir. Kalbi ve tarihi olan bir millet.

Şehitlerimize şükran borçluyuz, yiğit güvenlik güçlerimize, tankların üzerine çıkan, önüne yatan, canı pahasına sokağa akan yiğit insanlarımıza şükran borçluyuz. Türkiye büyük ve derin bir duadır, bunu bir kez daha idrak ettik, vatan da onun o kocaman kalbidir. ‘Memleket ezanı duyduğumuz her yerdir’ demiştim bir söyleşide, Türkiye’nin ruhu ezanda yaşar. Hain şebeke bizi de kendisi gibi vatansızlaştırmak istedi ama ezan direndi, sala direndi, vicdan direndi, insan direndi. Vatanı işaretlerinden tanıdığımız her şey direndi. Bu direnişten hepimizin öğrenecekleri var.

Bu gece isimsiz kahramanların gecesiydi. Kahramanlık irade ve cesaretleriyle bir fikir, bir ruh, bir vatan için tank ve tüfeklerin karşısına hayatıyla çıkabilen, onları yaşatmak için kendi hayatlarından vazgeçebilen insanların yazdığı bir destandır. Joseph Campbell’in ifadesiyle, ‘kahraman hayatını kendisinden daha büyük bir şey için verebilen kişidir’. Sıradan insanın şahlandığı, irade ve özgürlüğünün gaspına karşı durduğu o meşum gece, Türkiye’nin kader gecesiydi. İşgal başarıya ulaşsa ve toprak vatan olmaktan çıkarılsaydı, Suriye olmamız işten bile değildi. Nitekim hainlerin tepemizde uçurduğu ve ancak bir işgal kuvvetinin kalkışabileceği alçaklıkta uçan o jetler, pek çok insanımızdan dinlediğim kadarıyla, yanı başımızda vatansız bırakılan ve göç yollarına düşen kardeşlerimizi daha iyi anlamamızı sağladı.

Hal tercemesi, bu yazıyı zorla yazıyorum, tadım yok. Gördüğüm kötülük, bu topraklarda bugüne dek gördüklerimin en büyüğüydü. Şaşkınım. Ama ümitvarım da. Hayır şerri, iyilik kötülüğü yendiği için evlerimizde sükunet içinde oturabiliyoruz. Bir millet, olmak cesaretini gösterebildiği için evlerimize mutlulukla dönüyor, çocuğumuzun başını okşuyor, akşam huzur içinde başımızı yastığa koyuyoruz. Bu ülkenin yerlileri, kendilerine gidecek başka bir vatan bulmamış insanlardır. Yerlilik dünyanın neresinde olursanız olun ruhunuzun anayurdunuzun dertlerine, saatinizi memleketin saatine ayarlamak demektir. Başka hiçbir vatanda tam manasıyla mesut olamamak, bu ülkenin derdini, kokusunu, yemeğini, gürültüsünü, kaosunu özlemek demektir. Ruhunuza ezan sesi değmediğinde kendini öksüz, kimsesiz ve tenha hissetmek demektir. O uzun gecede, yerliler bu topraklarda yıllar yılı kötülüğe direnememiş olmanın sessiz utancını iyileştirdiler. Sevdikleri adamı zalimlere teslim etmediler.

Hain hainliğini yaptı, millet de millet olmanın gereğini. Şimdi birbirimizi incitmeden, üzerine birlikte titizleneceğimiz bir vatan var elimizde. Onu bir bebeği büyütür gibi büyütelim, nezaketle, merhamet ve ihtimamla. Birbirimizi daha iyi anlamaya çalışarak. Onun kulağına usul usul türküler söyleyelim, dualar mırıldanalım, güzel ve iyi sözler üfleyelim ruhuna, şifalı sözler. Onu severken aslında birbirimizi sevdiğimizi de fark edeceğiz. Birbirimizi sevdiğimizde onu daha da çok seveceğiz.