“Minerva’nin baykuşu yalnız alacakaranlıkta uçar.” Böyle söylemiş Hegel. Dünyanın her tarafından yükselen iniltiler ve anlatılamamış, gün yüzüne çıkmamış ıstırap hikayeleri insancıl bir çağın şafağında olduğumuz yalanını ifşa ediyor. İnsan haklarının hem manevi hem de kültürel bir buhran içerisinde olduğu tartışılıyor bugün, insan hakları normlarının kültürler arası geçerliliği ve bu normların temelini oluşturan nihai metafizik sual ediliyor. İnsan hakları konusunda sözüm ona önderlik yapan kimi ülkelerin, Guantanamo ve Ebu Gureyb hapishanelerinde yakası açılmamış işkence yöntemlerini kullanmış olmaları ve sözüm ona insanlık adına yaptıkları müdahalelerin yol açtığı büyük yıkım, haklar söylemini boşa düşürüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra insan hakları hareketi, politik ve ekonomik olarak üstün konumdaki ülkelerin hakimiyetlerini yaygınlaştırmayı içeren bir Batı projesi olarak karşımıza çıkıyor.
Şu sorularla başlayalım: İnsan hakları mefhumu, emperyalizmin yeni bir formu mu? Batılı olmayan dünyada Batı çıkarları için bir maske mi? Dünyayı hizaya sokmak için yeri geldiğinde kullanılan bir sopa mı? Soğuk savaş boyunca Batı yönetimlerine ‘dost’ rejimlerin görmezden gelinen insan hakları ihlallerini aklımıza getirdiğimizde, insan hakları ajandasını, ABD/Batı çıkarlarının gözetilmesini gizleyen sığ bir retorik olarak anlayabilir miyiz? Bunlar şıpın işi cevap verebileceğimiz sorular değil ama dünyanın handiyse dönemeç noktasında bu soruları sormaya hakkımız var.
Kötülük nereden gelecek belli değil
Bir radikal belirsizlik çağında yaşıyoruz. Kötülük nereden ve hangi surette zuhur edecek kestirmekte zorluk çekiyoruz. Ne teknoloji insan hayatını daha iyiye taşıyabilir artık, ne de ilerlemeye duyulan iman. Yabancı düşmanlığının gemi azıya aldığı bir çağda kimileri ulusal egemenliği korumanın yolu olarak duvarlar örmeyi, göçmenleri ülke dışına atmayı veya belirli din veya ırk mensuplarının fişlenmesini öneriyor. İnsan haklarını konuşmak için zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü.
Yeryüzünde her insanın haysiyetli bir hayatı hak ettiğini düşünmek, özü itibariyle çok güzel ve ahlaki bir düşünce. Ancak hakların soyut doğası beraberinde mücrim bir riyakarlığı getirmekte gecikmiyor. Hakları güya el üstünde tuttuğunu söyleyen ‘hak vaizleri’ yeri geliyor en kaba ve zalim tecrit düzenekleriyle yoksulları, yerlileri, köleleri, kadınları, göçmenleri veya düşkünleri dışlıyor. Richard Falk’ın belagatle dile getirdiği üzere, soyut haklar manzumesi modern devleti bir meşruiyet zırhına bürüyerek derinlerinde yatan adaletsizlik, istismar ve sömürüyü gizliyor. Suriye hapishanelerinde acımasızca öldürülen binlerce insan, yurdundan edilen ve göç yollarında perişan olan milyonlar işte hadım edilmiş bir insan hakları zihniyetinin kurbanları. Uzakdoğu’da veya Latin Amerika’da yerleşik kapitalist tezgahlarda (Nike, Rebook, Gap) günde 12 saat çalışıp ancak iki dolar kazanabilen milyonlarca kadın ve çocuk, uluslararası alanlara nüfuz edemeyen bir insan hakları anlayışının kurbanı. Adeta vatandan ve devletten bağımsız kılınmış olan bu bölgeler, özel muhafızlar tarafından korunur ve her türlü işçi örgütlenmesi zor yoluyla dağıtılır.
Kanınızı daha rafine yollarla emer
Seyla Benhabib’in sözleriyle, “Yargı alanı ve yurt birbirinden kopuyor; öyle ki, devlet kendi yargı yetkisini, kasten veya istemeden, devlet dışı özel ve kurumsal oluşumlara devrediyor. Söz konusu süreçte kaybedenler, devletin korumasını üzerlerinden çektiği, hatta daha ziyade hiçbir zaman ciddi bir devlet korumasına sahip olamamış vatandaşlar oluyor; vatandaşlar giderek ulus aşırı şirketlerin ve diğer kapitalist girişim biçimlerinin gücüne ve insafına tabi hale geliyor”. Küresel sermaye dünyanın giderek daha geniş kesimlerini ele geçiriyor ve bir imparatorluğa dönüşüyor. Elazığ, Konya veya Kayseri’de geleneksel çarşı itibarını kaybederken yerlerini alış veriş merkezleri alıyor ve burada küresel markalar pazara çıkıyor. Yeni imparatorluk eskisinden farklı olarak doğrudan yağma ve sömürü üzerine kurulu değil, bunun yerine insan hakları ve yeni ağ teknolojileri üzerinden dünyaya yayılır ve kanınızı daha rafine yollarla emer.
Hakkın gücü üzerine ateşli nutuklar irat eylerken stratejik çıkarına ters düştüğü anda gücün hakkından bahis açan bir riyakarlık, hem haklara giden yolu tıkıyor hem de ciddi insan hakları ihlallerine imza atıyor. Batılı olmayan dünyada insanlığın önemli bir kısmını kurbanlaştıran bir vahşi jeopolitik, işlediği suçlardan dolayı uluslararası mahkemelerde hesap vermeye yanaşmıyor. Böylece gücün hakkına bir sınır ve ölçü getirilemiyor. Dron saldırısında öldürülen Afgan köylülerinin, varil bombaları altında can veren Halepli çocukların yası tutulamıyor. Gazze kuşatmasının yol açtığı kıtlık, hastalık, bedensel ve ruhsal acılar Batı dünyasında nadiren görülüyor ve konuşuluyor. Avrupa ve Kuzey Amerika insan hakları bahis mevzuu olduğunda, canı istediklerini görüyor ve işlerine gelmeyeni de gözlerden kaçırıyor. Mesela Gazze konusunda sadece sessizlikleriyle değil tahakküm politikalarına verdikleri diplomatik ve maddi destekle de hakkın gücünü, gücün hakkına kırdırıyorlar.
İnsan hakları hangi ülkeler için geçerli
Haddi zatında insan haklarının 20. yüzyıldaki ortaya çıkışı iyi niyetli bir çabaydı. Nazi rejiminin, emperyalizmin ve diğer totaliterlik biçimlerinin canavarlık ve hak ihlallerine karşı, insan haklarını sağlama alma ve bunları ahlaki temeller üzerine oturtma amacını güdüyordu. İnsan hakları bir 20. yy icadıdır ve onun tarihi de bugünden geriye doğru yazılmaktadır. Bütün tarih yazımları gibi, o da bugüne uydurmak için geçmişi tahrif etme gibi bir kusur barındırıyor. Ancak insan hakları bugün yeryüzünde icra edilme biçimiyle, her derde deva bir panzehir olmaktan çok, imparatorluğun ‘militer hümanizm’ini mükemmel bir biçimde örtbas etmek için tasarlanmış bir ideolojiye dönüşmüştür. Samel Moyn’u iktibas ederek söylersem, “hakların soyut evrenselciliğine gönül indirmiş bir zihniyet, yeri geldiğinde mesela ABD başkanının miyopik katılığını ahlaki dürüstlük ile karıştırabilir”. Dünyanın kalan kısımlarında kendince gördüğü adaletsizlikleri bitirmesi için, kendi devletine olağan dışı bir vazife biçebilir. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan bazı ülkelerin, kendi çıkarlarına insan hakları kisvesi giydirerek dünyayı bombalamaları, aşinası olduğumuz bir durum. İnsan haklarının, kimi ülkeler için gündeme getirilirken başka kimi ülkeler için (söz gelimi Sisi’nin Mısır’ı) ağza bile alınmaması manidardır.
Daha önce Merhamet Devrimi adlı kitabımda yazmıştım, 18. yüzyılda duygusal romanların adeta bir patlama yapması soylu ve dini çevreler dışındaki insanların da başka dünyaları daha iyi tanımalarına ve birbirlerini empatiye değer insanlar olarak görmelerine yol açmıştı. Böylece insanlar, dünyanın uzak bölgelerinde kendileri gibi acı çeken başka insanlar olduğunu fark ediyor ve onları anlamak yönünde bir istek duyuyorlardı. Romanın yaygınlaşmasıyla yükselen duyguya bedenin dokunulmazlığına dair yeni bir görüş de eşlik ediyordu. Böylece o zamana kadar tahammül edilebilen veya en azından görmezden gelinen işkence veya bedene zarar verme uygulamaları gözden düşmeye başlıyordu. Malta ve Toledo’da orta çağın ileri işkence tekniklerini konu alan müzeler gezdim, işkence için bulunan yöntemlere aklınız şaşar. Böylece bedene yönelik şiddet ve insanı beden üzerinden cezalandırma uygulamaları giderek ayıplı eylemler haline gelir. Onur için düello yapma, kadınları dövme, çocukları dayakla terbiye etme gibi uygulamalar giderek azalır. Istırap çeken insanlar için duyulan merhamet hissinde belirgin bir artış, politik hak iddialarında görülen patlamanın bir unsuruydu. Yine de 18. yy’da insancıl duygunun yükselişiyle insanın hakları arasında kurulan ilişkinin birebir sebep sonuç ilişkisi olarak mütalaa edilemeyeceğini, daha çok bir hazırlayıcı etken olarak görebileceğimizi hatırlatalım.
George Bush’un Irak savaşını “işkence ve tecavüz odaları”na karşı insancıl bir seferberlik olarak meşrulaştırılmaya çalışması bugün bize ne kadar ironik görünüyor değil mi? Her çağın kendine özgü bir ahlak anlayışı var. Anarşik 17. yy Avrupa’sındaki huzursuzluk o dönemde kuvvetli bir monarkın daha yararlı olacağının ileri sürülmesine yol açıyordu. Çok değil bir yüzyıl sonra daha rahat koşullar, yönetim erkinin her bir yurttaşın canını ve malını koruyabilmek için sınırlandırılması önerisini beraberinde getiriyordu.
İnsan hakları deyince ne anlayacağız
Dünyada otuz milyon insan iradeleri dışında çalışmaya zorlanıyor. İnsan hakları anlaşmalarının genel olarak insanlığın iyiliğini artırdığına dair çok az veri var.
İnsan hakları dediğimizde politik hakları mı anlayacağız (oy verme hakkı, özgür konuşma ve keyfi olarak gözaltına alınmama hakkı) yoksa sosyal ekonomik hakları mı (çalışma, sağlık, eğitim hakkı)? Batılı yardım kuruluşları çoğu zaman 19. yy emperyalistlerinin daha yumuşak bir biçimi olarak uygarlaştırma misyonu güdüyorlar. Batının politik ve ekonomik sistemini Doğu’ya ihraç etmenin orayı medenileştireceğini düşünüyorlar. Dünyada iki milyar insan sıhhi şartlara sahip değil, bir milyar insan temiz suya erişemiyor, 10 milyon çocuk her yıl önlenebilir hastalıklardan ölüyor. İnsan hakları kavramı kültürel egemenliğin bir sopası olarak kullanılıyor olabilir mi? Batılı birey anlayışına yaslanan, bireyi kutsayan bir Batılı kavramlaştırma nereye kadar evrensel olabilir? Sözgelimi Asyalı daha muhafazakâr, kültürel değerlere yaslanan daha otoriter bir haklar standardı da cari kabul edilebilir mi? Gelişme mi hakları öncelemeli, yoksa haklar mı önce gelmeli? Bunlar verimli tartışma konuları. Nitekim bütün bu konular etrafında dünyada nitelikli bir entelektüel tartışma yürüyor.
İnsan hakları, kimse ayrı ve istisna tutulmaksızın, her insanın temel haysiyeti üzerine temellenebilir ve kültürel farkları dikkate alabilir. İnsanlığın bugüne dek karşı karşıya kaldığı adaletsizliklere ortak bir tepki olarak tanımlanabilir insan hakları, mutlaka sabit bir kültürel veya felsefi kaynaktan beslenmesi gerekmez. Kültürel hassasiyeti dikkate alan, insanların maruz kaldıkları adaletsizliklerin kolektif tarihleri üzerine kurulu bir insan hakları mefhumu geliştirilebilir. Sivil toplumun hazırlığında ön aldığı ve toplumdan uluslararası hukuk sahasına taşınan bir manzumeler bütünü olabilir. Dünyanın başka renk ve seslerini de içine alan, yerel duyarlıkları es geçmeyen bir insan hakları düşüncesi ümit edilir ki adaletsizliklere karşı daha güçlü bir duvar örer. Ufukta görünmüyor mu? Biz hayal etmekle başlayalım, zira hayal devrimcidir.
Gün ışımaya durduğunda, bilgeliğin kuşu kanatlarını çırpar.