Geçtiğimiz haftayı bir seri katili tartışmakla geçirdik. İnsan ruhunun bu kertede kötülüğe teslim olabilmesini hiçbirimiz kabullenmek istemiyoruz. Ne ki kötülük kol geziyor ve serseri mayın gibi değdiği insanları paramparça ediyor. İnsan ihtimam arayan bir varlık. Ebeveyn çocukları sıkıntıya girdiğinde ihtimam ve şefkatiyle onları teskin eder. Çocuklar bu ihtimam sayesinde zihinlerinin nasıl çalıştığını fark eder, başlarına gelen şeylerden ve duygulardan nasıl bahsedeceklerini öğrenir. Başka bir insanın zihninde sevilen bir kişi olarak var olmak onları teskin eder ve dünyayı emin bir yer olarak bilmelerini sağlar. İnsan ihtimam ve sevgi ister. Nezaket, yumuşaklık, samimiyet ve merhametle büyütülmekle çocuk; dünyanın emniyetli, insanların da güvenilir ve iyi olduğuna inanır. Nezaket, yumuşaklık, merhamet ve samimiyet denebilir ki ruhumuzun vitaminleridir. Akıl almaz bir kötülük bir sokak başında karşımıza çıkıverdiğinde dilimiz lal oluyor ve dünyada kendimizi güvende hissedemiyoruz.
Sevgi ve bağlılık emniyet hislerimizi arttırır ve olumsuz duyguların sesini kısar. Dezavantajlı ortamlardan gelen çocukların en önemli özelliklerinden birisi emniyette hissedememeleridir. Bu çocuklarda stres hormonlarının seviyeleri yüksek olabilir ve beynin nezaket ve empatiyle ilgili merkezleri sevilen çocuklarda olduğu kadar gelişmeyebilir. Tehdit edici ortamlarda büyümek demek, beynimizin bu tehditle başa çıkabilecek bir donanıma sahip olması demek. Mahrum bırakılan çocukların beyinleri tehdit ve savunma için örgütlenir, saldırganlık ve endişe için de. Onların beyinlerini yeniden “merhamet” ayarına döndürebilmek için güvenlik içinde, sevilir ve istenir olduklarını hissettirebilmemiz gerekir. İnsan nezaket ve merhametle serpilir.
Bazı insanlar ilişkilerde daha soğuk ve daha mesafelidirler. İlginç bir şekilde bu soğuk yaklaşıma sahip insanlar mesleki yaşamlarında son derece başarılı olabilirler, iletişim yolları başarılı olabilir. Genellikle karşılarındaki insanların duygularını algılamak konusunda son derece başarılı olan bu insanların geniş bir tanış çevresi de vardır. Empati kurma yetenekleri pek fazla gelişmemiş olan bu insanlar, karşılarındaki kişileri manipüle edebilirler. Öfke, bu var oluş biçiminde çok derinde olan ve sessizce ilerleyen bir duygudur. Bu insanların en önemli özelliği öfkelerinin çok açık ve belirgin bir şekilde dışarıya yansımıyor olmasıdır. Daha sistematik bir şekilde dışarıya yöneltilen bu öfke, genellikle ilk bakışta ötekiler tarafından algılanmaz ve düzeltilmesi daha zor bir sürecin işidir.
Merhamet duygusunu tatmak, içten ve örtük öfkenin yaşandığı bu kişilerde zorlu bir mesele haline gelir. Henüz çocuk yaşlarında sosyal iletişime fazlasıyla kapanmış, eşyalara, hayvanlara ve arkadaşlarına fiziksel olarak şiddet göstermeye başlayan, etrafıyla bağ kuramamış bu kişilerin genel olarak empati duygusundan yoksun oldukları söylenebilir. Günümüzde “sosyopatlık” ve “psikopatlık” alt başlıklarıyla bir varoluş sorunu olarak adlandırılan bu merhamet yoksunluğu, birçok mahkûmun ve seri katilin kişilik yapısını teşkil eder. Merhamet duygusunu hissedebilen ve merhamet duygusuyla ötekine yaklaşabilen bireyler, zor koşullar altında stres hisseder ve endişelenirler. Bir olayın kendi başımıza gelmesiyle karşımızdakinin başına gelmesi arasında vicdanen bir fark bulunmadığında –olayın kurbanı olmasak da endişe duymamız gerekir: Orada kötü bir şeyler var, acı var, adaletsizlik var ve bu durum için endişelenmem, bu durumun benim başıma gelmesini gerektirmez! Kısacası merhamet, öteki için hissettiğimiz endişe duygusuyla başlayan bir serüvendir. Ancak yapılan araştırmalar, psikopatların ve sosyopatların, olayın faili kendileri dahi olsalar, diğer insanlara göre çok düşük düzeyde kaygı hissi yaşadığını gösteriyor. Yaşanan acı ve haksızlık için endişelenmezsem, yani yaşanan olayı “kötü” ve “yaşanmaması gereken” olarak atfedebileceğim “endişe” duygusunu hissetmezsem, o acıyı onarmak yolunda nasıl merhamet hissedebilirim?
Ağır derecede beyin hasarı almış kazazedelerin, beyinlerinde sebep-sonuç ilişkisi kurmayı ve mantıklı kararlar almayı sağlayan kısımlarının (önbeyin/prefrontal korteks) tahrip olması sonucu daha dürtüsel davranmaya başladıkları görülmektedir. Söz konusu olan psikopat veya sosyopat birey olduğunda da durum neredeyse aynıdır. Bu kişilerde bir kaza sonucu oluşmuş prefrontal korteks hasarı gözlemlenmese dahi, yapılan araştırmalar, beynin dürtüselliği engelleyen bu kısmının beynin duygusal işlevlerin görüldüğü alanlarla yaptığı bağlantıların psikopatlarda yetersiz olduğunu ortaya koymuştur. Yani bazı beyin yapıları, hiçbir hasara maruz kalmadıkları halde, sinir ucu bağlantılarındaki eksiklik ve sorunlardan dolayı duyguların algılanması ve yaşanması konusunda soruna sebep olur. Merhamet hissedebilmek, dürtüselliğin son derece soğukkanlı bir şekilde var olduğu bu zihinlerde mümkün olmaz. Acımasızlık ve empati yoksunluğu, onların tabiatıdır.
Aslında her birimizde merhametsizliğe ve benmerkezciliğe az da olsa bir eğilim var. Merhametsiz bir benlik örülmesine sebep olabilecek kişisel özellikleriyle olduğu kadar, merhametli bir insan olmamıza yardımcı olacak kişisel özelliklerle de dünyaya geliriz. Bugün psikopat olarak adlandırdığımız birçok kişinin, çocukluk döneminde ağır travmaya maruz kaldığını, neredeyse hiç sevgi ve değer görmediğini biliyoruz. Bu insanların çocukluklarında fıtri ayarları bozulmuş kişiler olduklarını söyleyebilirim. Psikiyatri uzmanı olarak askerliğimi yaptığım hastanede böyle yüzlerce gençle konuştum, onların tedavisine yardımcı olmaya çalıştım. Dünyanın güvenilmez bir yer, insanların da kötülüğü zaten hak eden varlıklar olduğu yönünde kuvvetli bir inanç taşıyan bu bireyler, sıklıkla ciddi bir vicdan ve merhamet eksikliği gösterir. İşledikleri en ağır suçlardan sonra bile pişmanlık duymazlar. İşin tuhafı büyük şirketlerin başında normal nüfusa oranla dört kat daha fazla psikopat bulunmaktadır. Kapitalizm hem acımasızlıktan besleniyor, hem de onu besliyor. Aldatma, kibir, büyüklenmecilik, tamahkarlık ve insanların acımasızca suiistimali, kapitalist şirket kültüründe övülen ‘başarı’ nitelikleri arasında gösterilebilir.
Çocuk ruh sağlığı uzmanı Sami Timimi, Naughty Boys adlı kitabında Batı uygarlığının çocuklarda antisosyal eğilimleri cesaretlendirdiğini yazıyor. Batılı kapitalist kültür özgürlük vurgusu altında sosyal ve ahlaki bilinci yok ediyor ve her şeyin mubah olduğu bir ahlaki boşluk yaratıyor. ‘Senin için iyiyse iyidir’ felsefesi ahlakı bireyselleştiriyor ve kamusal iyi göz ardı ediliyor. İnsanların sadece narsistik arzularının peşinde koştuğu, kişiler arası bağlılıkların yüzeyselleştiği bir dünyada bireycilik ve rekabetçilikle kişisel özgürlüğümüzün artacağı yalanı fısıldanıyor. Batı dünyasında çocuklar çok erken yaşlardan itibaren bağımsızlıklarını ilan etmeye, bağımlılıklarını kırmaya özendiriliyor. Bu bir kazananlar ve kaybedenler sistemi, en dirençli olan ayakta kalıyor. Bu sistemde merhamet ve toplumsal ahenk, amaca aykırı kabul ediliyor.
Kısacası beyinlerimiz, her yöne akabilme ve her şekilde gelişebilme kapasitesine sahip. Kurmalı bir saat gibi, çocuklukta ona yaşattığımız ve öğrettiğimiz ne varsa, zamanı geldiğinde merhamete ya da merhametsizliğe doğru çalışmaya başlıyor. ‘Bir başkası için merhamet hissetmiyorum ve yapabileceğim bir şey yok’ deyip kenara çekilemeyiz. Eğer varoluşumuzun en temel kuralı, her yöne doğru eğilip şekillenebilen dimağ ve ruhlarımızsa, bugün içinde yaşadığımız merhametsizliği benim meselem değil diyerek yahut suçu biyolojiye atarak çözemeyiz. Göstermemiz gereken ilgi, ihtimam, sevgi ve şefkattir. İçimizdeki iyiliği kışkırtmalı, iyilikte meleklerle yarışmayı hedeflemeliyiz. Ötekini dert değil yurt bilen bir anlayışla, insanı insana sığınak bilen bir irfanla, kendimiz için istediğimizi “ayruk” yani öteki için de isteyebildiğimiz bir ruh genişliğiyle merhameti çağıralım. Tıpkı onun bizi çağırdığı gibi.