Gözlerimiz ölü çocuk bedenleri görmeye alıştı. Dünyanın her köşesinden, özellikle Ortadoğu’dan vahşet görüntülerini artık yadırgamıyor vicdanımız. Acı bir dokunup kaçıyor ruhumuza, körebe oynar gibi, ne ki bu sefer onun olduğu tarafa dönmeyi hiç istemiyoruz. Kötülük hiç yokmuş gibi yapıyoruz, yanı başımızda insanlar açlıktan ölmüyor gibi, çocuk bedenleri sahile vurmuyor gibi, bir ruhumuz var gibi yapıyoruz. Ölüme ve acıya sırtımızı döndüğümüz andan itibaren yaşayan ölüleriz oysa uyuşmuş ruhlarız, ötekinin acısı iştahımızı ve hevesimizi kaçırmadığı ve bizi uykularımızdan uyandırmadığı için, canlı taklidi yapan hayaletleriz. Gerçekten yaşayanlar ise acı çekenler. Acıyı hissedebilenler. Çürüyen bir şeylerin kokusunu duyabilen nazenin yürekler.
Geçen hafta gördüğüm bir fotoğraf karesi, beni günlük hayatın keşmekeşi ortasında durdurdu ve sarstı. Bir süre kendime gelemedim, hâlâ bilincimi sarsıyor, bana kendi vicdanıma dair sorular sorduruyor. Çamurlar içinde bir ölü çocuk bedeni, Suriyeli bir göçmen, denizin değil küresel merhametsizliğin yuttuğu bir körpe ruh. Bu duygu zelzelesiyle birlikte sökün eden pek çok soru oldu zihnime. Bu fotoğraf beni nereye taşıyacaktı? Üzülmekle kalacak mıydım yoksa bir şeyler yapacak mıydım? Dünyanın adaletsizliğini biz bireyler olarak ne kadar düzeltebilirdik? Ölü çocuk gövdelerinin bu kadar yaygın bir biçimde zihinlerimize üşüşmesi bizi hak ve adaletin, diğerkamlık ve merhametin neferi iyi insanlar kılmaya yetecek miydi? Yoksa imge seliyle birlikte vicdanlarımız da nasır tutuyor ve bir çaresizlik duygusuna mı teslim oluyorduk?
Her şeyin fotoğraflanabilir olduğunu düşündüğümüz bir dünyada fotoğraf çeken gözün doymazlığı da dünyamızın sınırlarını değiştiriyor. Yeni bir görsel nizam getiriyor fotoğraf, neyi gözlemeye hakkımız ve neyin bakmaya değer olduğuna dair algılarımızı değiştiriyor. Bir dil bilgisi, yeni bir görme etiği. ‘Fotoğraf’ diyor Susan Sontag, ‘dünyayı bir imgeler antolojisi olarak kafamızın içine sığdırabileceğimiz yolunda büyüklenmeci bir sonuç doğuruyor’. Fotoğraflar bize dünyanın onulmaz dehşetini yansıttıkları sürece bakanı şoka uğratır belki, ama ya o imgeler bir sağanak halinde her yönden yağıyorsa? Dehşetengiz görüntülere defalarca maruz kalmak olayı giderek ‘daha az gerçek’ kılar ve hatta sıradanlaştırır. Sontag’ın ifadeleriyle: ‘Son on yıllarda kaygı gözeten fotoğrafçılık, bilinci ve vicdanı uyandırdığı kadar, onu öldürmeye de katkıda bulunmuştur’. Başkalarının acısına bakmanın, acıyı uzaktan seyretmenin bize hiçbir maliyet yüklemediği bir çağda yaşıyoruz. Görüş alanımıza girmiş olan acı bizi nadiren harekete geçiriyor. Fotoğraf karesinin acıyı dondurduğu gibi, biz de o fotoğraf karesi karşısında donuyoruz. Dünyanın her köşesinden evlerimize ulaşan acı görüntüleri yüreğimize artık hiçbir şey söylemiyorsa bir ‘merhamet yorgunluğu’ndan bahsedebiliriz demektir. Gördüğümüz şey bize acı verdiğinde usulca bakışlarımızı başka yere çeviririz.
Timsah gözyaşları ve üretilmiş duygu toplumu için ‘duygu sonrası toplum’ nitelemesini yapıyor S. Mestrovic. Batı’nın dünyanın süregiden adaletsizliklerine karşı takındığı kökten lâkaydîyi duygunun tüketilmesi ile açıklıyor. Duygularla harekete geçme ve ötekine yardım etme isteğimizin körelmesi, duygu sonrası toplumun belirtileridir. Duygu ifadeleri kısa ömürlü ve uçucudur. Duygular artık nadiren insanlığa dair genel bir alâka veya adalet talebinin sözcüsüdür. Haber bültenleriyle sınırsız bir biçimde uyarılan duygu, giderek takatten düşüyor ve derinleşemiyor, dönüştüremiyor. Duygu sonrasından söz edilmesi duygularımıza karşı uyuştuğumuzu, onları eskisi gibi hissedemediğimizi anlatıyor. Reklamcılıktan dizi film veya haber endüstrisine dek bize bir şey satmak isteyen herkes, duyguları kitleleri manipüle etmek için hoyratça kullanıyor ve bu yüzden duygu hazinemiz tükeniyor. Gerçek olmayan duygular bize duyguymuş gibi sunulduğu için sahici duyguları hissetmekte zorlanıyoruz. Sahte duygular süpermarketinde duygu, tüketilen bir meta halini aldığı içindir ki yanı başımızda ıstırap içinde haykıran komşumuzun sesini duymuyor, onun acısını hissedemiyoruz. ‘Kurbanlar karşısında duygudaşlık göstermiyoruz’ diye yazar A. Gruen, ‘aksine kurbanlar bizde tedirginlik yaratıyor, hatta kendi içimizdeki kurbandan nefret etmeye zorlandığımız için kurbanlardan nefret ediyoruz’. Gruen bu kayıtsızlık politikasına ‘normalliğin deliliği’ adını veriyor.
Yine de hikayenin sonu bu kadar kötü değil. Dünya hayır ve iyilik üzerine dönüyor, kaynak, zaman ve enerjilerini başka insanlar için seferber eden, ötekinin acısını yüreğinde hisseden iyilik neferleri var. İyilik neferi, ‘dünyayı ben kurtaracağım’ diyen ve işittiği yardım çağrısı karşısında sessiz kalamayan, o çağrıyı sadece kendisi işitiyormuşçasına üzerine alınan kişidir. Türkiye’de dünyanın mazlum coğrafyalarına yardım götüren onlarca ayrı yardım kuruluşu var ve sadece bu bile bize insanın yükseliş imkanlarını gösteriyor.
Ahlâklı bir hayat, insanın elinden geldiğince iyilik yapabilmesiyle mümkün. Duygu sonrası toplumlara inat sadece kendimiz için değil başkaları için de var olduğumuz hakikatini dünyaya haykırmalıyız. Kendi aile, klan veya kabilemizin dışına taşarak başkasının acısına da merhem olmaya çalıştığımız bir hayat, sevginin eyleme geçmiş halidir. Sevgi ancak bir sızıyı dindirmek, yaralı bir ruhu işitip ona şifa vermeye çalışmakla kemâl bulur. Böylece sevgi yerinde duramayan bir ödev ahlakına dönüşür ve bizi dünyanın bütün feryatlarını duymaya icbar eder. Bu tavır ve hassasiyete ‘etkin diğerkâmlık’ adını da verebiliriz. Etkin diğerkâmlık ahlâkî bakışımızı kendimiz saydığımızın ötesine de taşıyarak harekete geçebilmemiz demek. Çünkü ahlâklı bir hayat sadece yapmamamız gerekenin ne olduğuna dair emirleri izlemez. Elbette çalmayacak, aldatmayacak, incitmeyecek ve başkasına zarar vermeyeceğiz. Ama aynı zamanda elimizde olanı, sahip olmayanlarla paylaşmayı da başarabilmemiz gerekir. Başka birine ilişen bir kötülüğü dilimiz döndüğü ve gücümüz erdiği nispette önlemeye çalışmamız, ötekinin iniltisine ruhumuzu açmamız gerekir.
Goethe’nin ölürken, ‘ışık, daha fazla ışık!’ dediği rivayet edilir. Dünyamız merhamet eksikliğinden can çekişirken, ‘merhamet, daha fazla merhamet!’ diye sayıklıyor incinen ruhlar. Yaşayanlar. Yaşadıkları için acıyı hâlâ hissedebilenler.