Kendini bil

Türkiye’de düşünen, yazan çizen kimi insanlarda gördüğüm bir alışkanlık var, buna bir tür maluliyet de diyebiliriz. Hemen pek çoğumuz büyük anlatıların peşindeyiz, olayları kendi eksik ve kusurlarımızdan ziyade, çevremizde dönen büyük dolaplarla izah etmeyi ve her şeyi açıklayan büyük kuramlar geliştirmeyi seviyoruz. Sebep sonuç ilişkileri zayıf da olsa, bu üst anlatılar kendi mahallelerimizde alıcı buluyor, çünkü ruhsal ihtiyaçlarımızı gideriyor. En büyük işlevleri, olan bitende bize mahsus bir zayıflık ve kusur olmadığını söylemek suretiyle, zihinsel rahatlık vermeleri.  Bu iddialı fikirlerimizi saygın bir dergiye makale olarak göndermeye kalkışsak kim bilir ne olurdu? Sınanmamış, tartışılmamış  düşünceler slogan ve temenniden ibaret kalmaya mahkumdur. Havada büyük sözlerin uçuştuğu, gerekçelendirilmiş ve kaynaklandırılmış metinler yerine kerameti kendinden menkul ‘analiz’lerin dolaşıma girdiği bir düşünce ortamı, çölleşmeye başlamış demektir. Kitapları veya dergi makalelerini tartışmak yerine, yüz kırk harf karakterine sıkıştırılmış iletileri konuştuğumuz bir ortamda,  çöp ve cevheri birbirine karıştırır, yetenek/emek sahibi ve yetersiz/emeksiz kişiyi aynı çuvala sığdırmış oluruz.  Oysa birbirimizi işitmeye, düşüncelerimizin sağlamasını almaya ne çok ihtiyacımız var. ‘Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim’. Karşılaşma olmadan kendi yetersizliklerimizi idrak edemiyor ve kurguladığımız üst anlatının sarhoşluğuna ram oluyoruz.

Sosyal medya düşünce hayatına erişimi kolaylaştırabileceği gibi, ona erişimi gereksizleştirebiliyor da. Gün boyu sosyal medya gönderilerine göz gezdiren biri, ülke ve dünya olaylarına dair yeterince bilgi sahibi olduğu yanılsamasına kapılabilir. Bir tür yorgunluk, sahte bir doygunluk hissi. Karnını doyurmak için fast-food ile tıkınmak gibi. Zihnimizde binlerce kelime üşüşür ama onların arasından sahih ve derin bir düşünce kendisine yol açamaz.  Sosyal medyanın yarattığı sığlaşma, düşünceyi de  kolay yutulur  ‘çöp gıda’lara dönüştürerek bir  malumat obezitesi yaratır. Sonra da samanlıkta iğne arar gibi, malumat yığını içine gizlenmiş bilgiyi ve bilgi yığını içine gizlenmiş hikmeti arar dururuz.

Yetersiz insanların kendi yeteneklerine yeterli insanlara göre çok daha fazla güvenmesi dikkati şayan bir durum. Buna boş başak sendromu veya cahil cesareti de diyebiliriz. Dolu başak ağırlığıyla eğilir, boş başak mağrurane dikilir. Dunning-Kruger sendromuna dair gönderileri seçkincilerin halkı aşağılamak için internet ortamlarında sıklıkla dolaştırdığını hatırlıyorum, hiçbir kıymeti yok, çuvaldızı kendine batırmayan her yaklaşım cahil cesaretini onaylar ve onun bir parçası haline gelir. Niteliksiz insanların daha cüretkar olduğunu söyleyen bu yaklaşım, bilgiyle birlikte insanların neyi bilmediğini daha iyi fark ettiğini söylüyor. Aslında yetersiz kişiler yalan söylemiyor, sadece kendilerine duydukları uygunsuz bir güvenle, bilgi gibi hissettikleri bir şeye biraz fazla güveniyor. Egomuz bir horoz ibiği gibi şişse de, kendimizi düşündüğümüz kadar zeki  veya duyarlı insanlar değiliz çoğu zaman. Başka insanların hata ve kısıtlamalarını çok daha kolay fark ediyoruz, kendi hatalarımızla yüzleşmek ise zor geliyor. İnsanlar kendilerini kandırmanın uçurumuna yuvarlandıklarında bu durumu en geç kendileri fark ediyor. Kendimizin farkında olma yeteneğimiz insan olarak her birimizde var ama hiçbirimiz bununla birlikte doğmuyoruz. Kendini bilme yolculuğumuza aynı başlangıç çizgisinden başlarız ancak bir kez başlangıç işareti verildiğinde kimilerimiz bitiş çizgisine doğru hızlanır, kimimiz ise  o yolu yavaş ve emin adımlarla yürür.  Kimimiz de düşer, tökezler veya yolda bir kazaya uğrarız.

Bilgi körlüğü diyebileceğimiz bir süreç, yeteneklerimizle ilgili abartılarımızın nasıl performans gösterdiğimizden çok, kendimiz ve becerilerimiz ile ilgili genel inançlarımıza yaslandığını gösteriyor. Mesela coğrafyasının iyi olduğunu düşünen öğrenciler, başkalarından daha kötü neticeler bile alsalar, coğrafya testinden daha iyi puan aldıklarını düşünüyor. Neyi bildiğimizi düşündüğümüzle ilgili körlüğü yaratan iç tıkaçlardan bir tanesi de, neyi bildiğimizi hissettiğimiz konusundaki algılarımızı tarif eden duygusal körlük. ‘Ne kadar  mutlusunuz?’ sorusuna pek çok insan gerçekte olduğundan çok daha olumlu bir cevap verecektir. Bir başka körlük, davranış körlüğü. Kendi davranışlarımızı net ve nesnel olarak görmekte zorluk çekeriz. Başka insanların bizi gördüğü bakış açısından kendimize bakamayız. Çehov’un sözü geliyor aklıma, ‘bir insana neye benzediğini gösterin, daha iyi bir insan olacaktır’.

Güç de insanın başkalarıyla olan ilişkisini etkileyen etmenlerden birisi. Her zaman söylendiği gibi güç insanı bozar ve mutlak güç mutlak bir biçimde bozar. Güç başka insanlara karşı daha bencil stratejiler yürürlüğe koymamızı meşrulaştırır. İnsanlara güç bahşedildiğinde, başkalarının görüş açılarını çok daha az nazar-ı dikkate aldıkları ve kendilerini merkeze yerleştirdikleri gösterilmiştir. Bunun sonucunda başka insanların nasıl düşündüğü ve hissettiğini daha az anlamaya başlarlar. Güç pek çok zaman, başkalarına karşı körlüğü beraberinde getirir. Kendimizi algıladığımız ahlaki statü de bu konuda önemli bir rol oynar. Kendimizi ‘haklı’ların arasına yazdığımız her seferinde, ‘haksız’ların taleplerine kulak tıkamayı doğal buluruz.  Ahlaki iki yüzlülük tabiatımızın derin bir parçasını oluşturur. Başkalarını, aynı hatalardan dolayı kendimizi yargıladığımızdan çok daha haşin bir biçimde yargılarız.

‘Tevazu’ der Simone Weil, ‘ben dediğimiz şeyin bizi ayağa kaldıracak bir enerji kaynağı olmadığını bilmekten ibarettir. İstisnasız, içimde değer verdiğim her şey benim dışımda bir şeyden gelir, bir armağan olarak değil, ancak sürekli yenilenmesi gereken bir borç olarak!’  İnsana borçluyuz, Allah’a borçluyuz. Teşekkür ve şükürle yenilenmesi gereken bir borç.  Ötekinin yolumuza çıkmasına izin veren bir saygılı bilinç hali, ona cevap veren, onu buyur eden bir dikkat; bizde değerli olanı açığa çıkarır. Hikâyemizi biz dillendirsek de başkası olmadan anlatacak bir şeyimiz yok. Milyarlarca insanın arasında bir insan, diğer canlıların arasında bir canlıyız ve hikâyemiz ancak başka insan ve varlıklarla buluşma noktalarında ilmek ilmek dokunuyor. Bu hayata doğmayı biz seçmedik ama dikkat ve adanışla onun yönünü biz tayin edebiliriz. ‘Bundan daha fazlası olmalı’ dediğimizde kalbimizi gözün göremediğini görmeye adar ve ebediyetin kıvılcımlarını hissederiz. İşte dikkat ve adanışın bizi taşıdığı sahildir burası, aşkınlık. Nefes kesen bir manzarada, olağandışı bir sanat eserinde, aşk ve sevgide ilâhi ve kutsal olanın yansımalarını görürüz. Bu ‘erdemli bilinç’ halinde insan ve insan, insan ve Tanrı arasındaki örtüler kalkar. Rahmet insan içindir, insan insan içindir ve nihayet insan, Tanrı içindir.

Kimseye ‘ayar verecek’ takatim yok, başım kel, kendi merhemimi arıyorum. Bilgiçlik taslamak değil arzum, bu yazıları önce kendime bir şeyler söylemek için yazıyorum. Bir ideolojik mevzi,  bir politik akım, bir siyasi tavır tarafından adeta emilerek ‘görüş mesafesi’ni kaybetmenin mahzurları üzerine düşünmeliyiz. Bildiği doğruları söyleyecek tek bir ses bile dünyada pek çok şeyi değiştirebilir.  Bir kabilenin kişiliksiz aksamı olmak yerine, kendimize ve kabilemize karşı nefis muhasebesini bir varlık şartı haline getirerek işe başlayabiliriz. Kafamızı fena halde gürültücü sanal alemden kaldırarak mürekkep kokusunun tüttüğü dergi ve kitap sayfalarına gömebilir, ruhumuzun kelimelerin denizinde oynaşmasına izin verebiliriz. Bizi eleştiren her sesi, her satırı içimize cömertlikle buyur edip ondan bir şeyler öğrenmeye gayret edebiliriz. İnsanın iç görü yolculuğu kendini bilmekle başlar. Ve peygamber sözünde söylendiği gibi, ‘kendini bilen Rabbini bilir’.