Her medeniyetin bir zaman tasavvuru var, biz o zamanın terbiye ettiği çocuklarız. Zaman, sömürgecinin en kıymetli aletidir, onunla zihin ve ruhları işgal ve bir toplumun yaşayışını alt üst eder. Haşim’in Müslüman Saati’nde söylediği gibi : “Yeni ‘ölçü’ bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda zir ü zeber ederek, eski ‘gün’ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni ‘gün’ vücuda getirdi.’’
Zaman bizim içimizdedir. Zamanı biz yaparız. Hepimiz bir sosyal zaman içine doğan sosyal varlıklarız. Bergson’a göre zaman sayılarla anlaşılamaz, o içsel olarak yaşanır. Zaman; tasnif eden, bölen, ölçen, hesaplayan basit bir akılcılıkla kavranamaz. O bölünmez, akar. Onun gibi Husserl de zamanın öznel doğasına dikkat çeker; zamanın özü bizim onu nasıl algıladığımızdır. Şimdi, bellek ve beklentiler arasında uzanır. İçsel zaman bize aynı zamansal süreci farklı uzunluklarda yaşatır. Kederli zamanlarımızın içsel zamanı, neşeli zamanlarınkinden farklıdır. Sözgelimi depresyonda insanın geçmişi, E. Borgna’nın sözleriyle, “şiddetle büyüyen ve akacak bir gölü ya da denizi olmayan bir nehir misali, dur durak demeden şimdiki zamana akıp yutar”. Öyle anlar vardır ki uzun zaman sürerler. “Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilur/Mübtelayı gama sor kim geceler kaç saat?”
Saat zamanı, endüstri devrimiyle birlikte, insanın ve tabiatın doğal ritmini matematik kesinlikle hesaplamaya soyundu. Mekanik saat böylece bütün zaman anlayışlarının miyara vurulduğu bir ölçü haline geldi. Saat zamanı değişmez, zira kendisini sabit bir biçimde tekrar eder ve bu yüzden aynı kalır. Saat zamanının mantığı, farklılık olmaksızın tekrardır. Zaman, matematik olarak eşit parçalara bölünür. Saat, zamanı bağlamdan mahrum bırakarak, bir soyutlamaya ve nihayetinde bir sayıya dönüştürür. Para sistemi gibi bu soyutlama da her şeyin ölçülebileceğini, her şeyin bağlamından koparılıp sonunda basitleştirilebileceğini ve bir sayıya dönüştürülebileceğini öngörür. Ancak saat sadece bir ölçüm vasıtası olarak kalmaz, bir örgütleyici işlevi (zeitgeber) de kazanarak diğer zaman algılarını tahakküm altına alır. Saat zamanının egemenliği o kadar belirginleşir ki, bir süre sonra onu zamanın kendisi sayarız. Onun ortaya çıkışı beri yandan tarihin bu noktasındaki bilinç dönüşümüne de işaret eder: Bilimsel ve rasyonalist dünya görüşünün bu bilinç kırılmasıyla zuhur ettiğini görürüz. Aydınlanmanın bilimsel ve rasyonel dünya görüşü daha sonra sanayileşme, modernite, kapitalizm ve liberal demokrasiye tercüme olacaktır.
Bütün bir toplumun zaman inşası ve yaşam dünyası bu şekilde başkalaştığında gelecek algısı da değişir. Gelecek artık bugünün bir devamı değildir, bugünden kopmuş, köksüz ve boşlukta yüzer haldedir. Bir ay veya yılın sonunda kazanılması gerekenler bir zaman çizelgesine işlenmiş ve gelecek şeyleştirilmiştir. Gelecek artık “bütçelenebilir, israf edilebilir, satılabilir ve kontrol edilebilir” bir kaynak haline gelmiştir. Artık geleceğin içi boşaltılmıştır, bu demektir ki ekonomik akıl yürütmelerle içi doldurulabilir durumdadır. Saat zamanıyla birlikte “tüccar zamanı” ilahi zamandan bağımsızlığını ilan eder ve zaman öteki dünyaya ait olmaktan çıkarak bu dünyaya ait olur. Zaman artık öte aleme değil, geleceğin bu dünyasına akmaktadır.
Zamanın ilk imparatorluğu 1970’lerden başlayarak, bilişim devrimiyle birlikte yerini ikinci imparatorluğa bırakmıştır. Fordist çalışma biçimi artık katı ve yeterince esnemez bulunduğu için post-Fordist çalışma yapısına geçilmiş, sabit mesainin yerini daha esnek mesai saatleri almaya başlamıştır. Emek de mahiyet değiştirmiş, maddi emeğin yerini maddi olmayan emek almış, bilgisayar teknolojileri kişinin yere ve zamana bağımlı çalışmasına gerek bırakmamıştır. Saat zamanının kuşatması altında sıkışan iş insanı için bu başlangıçta ümit verici bir durum gibi gözüküyor değil mi? Sonuçta kişi kendi zamanını dilediğince kullanma ve düzenleme şansına sahip olacak gibi görünüyor. Oysa burada tehlikeli bir durum söz konusu; sabit çalışma zamanının kaybolması, zamanın “boş bir alan” olarak algılanmasına yol açıyor. Birey bu alanı dilediği gibi, hükümran bir biçimde kullanır. İş zamanı, eğlence zamanı ve muhtelif zaman dilimleri arasındaki sınırlar eridikçe, günün bütün saatleri çalışma saatine dönüşebilir. Her şeye, her zaman ulaşabilir olmak zamanı yeni bir biçimde düşünmeyi getirir. Böylece “dur durak bilmeyen toplum” ve “24 saat dünya” fikirleri ufkumuzda belirir. Saatin mekanik ritmi kırılmış ve yerine önden bölünmüş olmayan bir boş zaman mefhumu yerleştirilmiştir artık. Bu zamanda bütün ihtimaller imkan dahilindedir ve zaman bütünüyle üretimin emrine verilmiştir. Böyle bir zaman anlayışı insanı huzursuz ve duraksız bırakır. Üretim günün 24 saatini kapsamakta ve insanlar 7/24 çalışmaktadır. “Gölgeleri olmayan ışıklı bir 7/24 dünyası kapitalizmin nihai tarih sonrası serabıdır” der J. Crary, ‘’7/24, gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık, eylem ile istirahat arasındaki ayrımların altını oyar. Bir duyu yitimi, hafıza yitimi alanıdır, deneyim imkanını bertaraf eden bir şeyin alanıdır… Gezegenimiz dur durak bilmez bir çalışma alanı ya da sonsuz seçenekleri, görevleri, seçimleri ve başka yola sapmalarıyla daima açık bir alışveriş merkezi olarak yeniden hayal ediliyor.’’ İnsanın kendi kendinin girişimcisi olmasıyla bütün hayatı da çalışmaya katılır. Böylece hayat en değerli sermaye olacak, yaşama zamanı ekonomik hesabın nüfuzuna terk edilecektir. A. Gorz’un ifadeleriyle, “her şey metalaşır; kendini satma yaşamın tüm alanlarına yayılır ve her şey parayla ölçülür”. Vakit nakittir.
Yersiz yurtsuzluğumuzun en önemli alametlerinden biri, medeniyetimize mahsus zaman telakkisini yitirmemiz. O halde mesele hatıraların o kutsi saatini, kalbimizin kendine mahsus zamanını hayatlarımıza geri getirebilmektir. Mesele fecri selamlayabilmek, hayatı beş vakite göre tanzim edebilmek, elimizden kayıp giden saatleri, ‘hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş lakayt dostlar’ı tecrübe ettiğimiz dünyaya davet edebilmektir. Frenk saatiyle, ‘yerli’ olunmaz.