İslâm maneviyatında insan ve dolayısıyla insan bedeni, “Rahmân’ın sûretinde yaratılmıştır;” ki bu, önsel olarak insanın mutlak ve bu yüzden de sınırsız ve mükemmel bir potansiyel barındırdığını anlatır. Kâmil insan (insan-ı kâmil), ulaşılmak istenen tasavvufî idealdir. Tasavvufî terminolojide kalb, insanın hem iyilik, hem de kötülük arzularının kaynağıdır. Aynı zamanda öğrenmenin, dinî kavrayışın ve gaybî tezahürlerin merkezi olarak görüldüğü için önemli bir yer tutar. İnsan kavrayışı ve şahsiyetinde kalbe tahsis edilen rol, İbrahimî gelenek ile sıkı bir uyum içerisindedir ve tasavvufî ‘kalb bilimi’ kesinlikle Kur’ân kaynaklıdır . İnsan aynen gözleri ile gördüğü ve kulakları ile duyduğu gibi, kalbi ile ‘anlar.’ İşitmeyen ve anlamayanların gözlerinin değil, göğüslerindeki kalplerinin kör olduğu söylenir. Kalbin böylesine bir körlüğü inkârdır ve cehaletin kaynağıdır. Kur’ân kalbi bilginin ve bilincin merkezi yapmaktadır.
Mutasavvıflar için düşünmenin ve kendini bilmenin merkezi, akılda değil, bedensel bir organ olan, çarpıntısı hem hayat veren, hem de hayatın varlığını belirten, göğüs boşluğunda yerleşik bir et parçası olan kalpte yatar. Orada, kalpte sır ve bilincin gizli evi durur. O sır ki, kıyamet gününde açığa vurulacaktır. Aklın, bilme melekesinin tahtı kalptir; beyin değil. Kalp sadece bilme melekesi değil, aynı zamanda bütün ahlâkî sâiklerin, kötü arzular ve içgüdülerle bunlardan kurtulma mücadelesinin ve ilâhî öğretiye dikkat kesilmenin de tahtıdır.
Mevlânâ’ya göre, insan bilincinin nihaî merkezi, en derunî gerçeği, anlamı Allah tarafından bilinen kalptir. Göğsün içindeki et parçasına gelince, o kalbin en dışındaki derisi veya gölgesidir. Bu kalp ve o kalp arasında sonsuz idrak ve kendini tanıma dereceleri vardır. Kalp duygu, sevgi ve düşünce süreçleri ile dinî değerler arasında bir katalizör ve hepsinden ziyade insanoğlunun ‘varoluşsal birlik’ yolculuğu ve arayışının güdüleyicisidir.
Mevlânâ’nın şiirinde akıl ve aşk iki zıt kutba yerleştirilmiştir: Akıl bize bilgi vermek için gereklidir, ancak kalbin arzuladığı şey doğrudan görme, yani mükâşefedir. Akıl tek başına bir Eflâtun olabilir, ama aşk gelince onun kafasına topuzla vurur. Bu durum, İslâm dünyasında iyi bilinen bir hikâye ile örneklendirilir: Mum ve pervanenin hikâyesi… Pervane böceği muma yaklaşır ve önce onun ışığını görür, sonra sıcaklığını hisseder ve sonunda dayanamayıp kendisini alevlerin içine atar. Çünkü o sadece görme ve hissetmeyi istemiyordur. O kendisi de alev olmak ve böylece mumda kendisini yakarak yeni ve daha iyi bir hayata ulaşmak istiyordur.
Geleneksel tasavvuf ilmine göre, kalp, Allah ve evrenin üzerine yansıdığı bir aynadır. İnsan-ı kâmil tipolojisi daha azametli bir düzenin mikrokozmiği olarak sadece tabiat kuvvetlerini değil, ilâhî kuvvetleri de ‘aynadaki gibi’ yansıtan bir insan tasavvurudur. Kâmil insan ile ilgili şâheserin müellifi Cîlî, kalbi Allah’ın insandaki tahtı ve mabedi olarak tanımlamaktadır.
İlâhî isim ve sıfatlar kalbin kendilerinden yaratıldığı gerçek mayadır. Bazı insanlar o kadar mübarektirler ki, kalplerini temiz (ve saf) tutmak için zorlanmazlar. Fakat çoğumuz kalbin lekelerini silmek için meşakkatlere katlanmak zorundayız. Kalp, sıfatlar dünyasını yansıtır veya daha doğrusu, Cîlî’nin söylediği gibi, kendisi kâinat tarafından yansıtılır. Allah buyurur ki: “Yer ve göğe sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım”.
Kalp yaşamın ve sorumluluğun merkezi olarak durmaktadır. Peygamber-i Zişan efendimizin bir hadisinde, “İnsanoğlunun bedeninde bir et parçası vardır ki, eğer sağlıklı ise bütün beden sağlıklıdır. Eğer hastalıklı ise, bütün beden hastalıklıdır” buyurulur. Hz. Peygamber daha sonra kalbine işaret etmiş ve “Bu et parçası, kalptir” demiştir. Bu örnekler İslâm’ın başlangıcından beri kalbin maddenin ötesinde bir şeye delâlet ettiğini göstermektedir.
Mevlânâ’ya göre, manevî yolculuğun amacı insana varlık veren Aşk, Rahmet ve Güzellik ile yeniden bir bağ kurma arzusudur. Alt ve üst âlemler, maddî ve manevî varlık arasındaki bu zıtlık, kozmolojik ifadesini beden-ruh, şekil-mânâ, bâtın-zâhir, duman-hava, okyanus-köpük gibi kavram çiftlerinde bulur. Mevlânâ’nın manevî psikolojisine göre, bizler benliğimizden (yanılsamalı kendiliğimizden) kaçarak kalbimize dönmeliyiz. Bu yüzden ızdırap ve acı çekme, benlik yaşantısının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Varlığın bu düzeyinde ızdırabın üstesinden gelinemez, o yüzden kişi kalbine dönmeli ve ızdırabı içsel olarak kalbin tam da merkezinde yer alan bir neşeye dönüştürebilmelidir. “En fazla farkında olan, en fazla acı çekendir” diye yazan Mevlânâ’ya göre, insan için en büyük talihsizlik Allah’tan ayrılığın acısını hissetmemektir. O halde insana düşen, bu acıyı ve susuzluğu elde etmek için kendi yetersizliğini ve eksikliğini fark etmektir.
Tasavvufta kalp, aynı zamanda Allah’ın tahtı olarak tanımlanır. Bu yüzden, İbn Arabî’ye göre, bir kimse şeylerin doğrusunu kalbiyle anlamaya çalıştığı ölçüde Allah’ı ve kozmosu anlayabilir. Buna karşılık, aklını ve zekâsını takip ettiği ölçüde sürekli bir sınırlama ve daralma içinde olacaktır. Mevlânâ’ya göre aklın insan gelişiminde çok önemli bir rolü olmasına rağmen, aşkın zifaf odasına girmeye hakkı yoktur Şöyle yazar: “Akıl, aşka ‘Bu dünya, bu evren senin aşamayacağın altı sınıra sahiptir’ der. Aşk ise, ‘Bir yol var ve ben onu çok defalar geçtim’ diye cevaplar.”
Tasavvufî psikokozmolojide açık bir zihin-beden ayrışması olmadığı, kalbin his ve duygular kadar bilginin de mevkii olduğu anlaşılmaktadır. Kalp aynı zamanda aklı aşan bir üst bilinç halini temsil eder. O aynı zamanda bütünleştirici bir kuvvettir; hayvanî nefsi içten dizginler ve hem zihnin, hem de bedenin enerjisini zahirî bilimleri ve aklı aşan bir hikmet yoluna yöneltir.
Allah, cümlemize kalp ile anlamayı ihsan buyursun.