Aşk umut eder. İyilik umutla var olur. En koyu karanlığın ortasında bir ışık yalımı gözümüze değip geçiyorsa, şair gibi, “iyi günler ileride anneanne” diyebiliriz. Kimileyin, bir fırtınanın ortasında dururken, tehlikeden değil ama korkudan azat olmayı dileriz. Umudun cesaretine ihtiyaç duyarız. Umut çaresizlik, yabancılaşma ve korkuyu yenmek için en iyi ilaçtır. Umutlu insan, kökü ve kanatları olan insandır, buhranların içinden çıkmanın ve sorunları çözmenin bir yolunu bulur. Hayatlarımız boyunca kök ve kanatlarımızı arar, bazen bulur, bazen de kaybederiz. Tuhaf ama, kanatlanacak cesareti bulanlar aynı zamanda bir kökü olanlardır.
Gerçek umut edilgen olmaktan ziyade etkindir. Acı, ıstırap veya kayıptan doğabilecek bir yenilgi veya teslimiyete gerçek bir alternatif sunar. Kendini kandırmanın sarhoşluğuna veya kör iyimserliğe gönül indirmez, insan olarak kendi gizil güçlerimizi gerçekleştirmemize imkân sağlayan bir sevgi ve ihtimamdan beslenir. Geleceği daha iyi tahayyül etmemizi, kendimiz ve sevdiklerimiz için daha güzel bir hayat düşünmemizi mümkün kılar. Ruhun kök ve kanatlarının en derin ifadesidir umut. Umut yeisi kovar ve zorladığımız zamanlarda ortaya çıkan olumsuz duyguları uzaklaştırır. “Bu da geçer ya Hu” diyebilmektir umut. Kendimizden çok daha büyük bir şeyin parçası olduğumuza duyduğumuz inanç, benliğimizi ve ötekini birleştiren müteâl bir amaca duyduğumuz sadakat, umudun yakıtlarıdır. Manevi çaresizliğe karşı, kalplerimizi birbirine yaslayarak, ortaklaşa umut.
Umutsuz olduğumuzda gelecek solar, geride tahammül edilmez bir geçmiş kalır. Oysa umutla birlikte gelecek güzelliğe gebedir yeter ki onu çağırmayı bilelim. Etkin umut, insanın kendi acısına gömülü kalmaması, bakış açısını genişletmesi ve zihnini daha esnek kılması ile mümkün. Umudun sadece insanın içinde saklı olduğunu söylemek, onu besleyecek ortam ve bağlamları gözden kaçırmayı da beraberinde getirebilir. Oysa özgürleştirici ilişkiler, dayanışma, uhuvvet, karşılıklı işbirliği gibi bir dizi etken de umudu besler, diri tutar. Batı kültürünün bireyi bağlamından koparan ve insan iradesinin gücünü hakîr gören dar yaklaşımının, umudun toplumsal kökleriyle irtibatı kopardığı öne sürülür. İnsan kendinden fazlasıdır.
Umudun tüttüğü satırlar, her şeyin biteyazdığının düşünüldüğü bir zamanda beliriveren ve bize gelecekten güzel haberler getiren düşler, ezgiler, sesler eskimez. Onlar bir millete yokluk ve darlık zamanlarında kutup yıldızı gibi yol gösterir. Ümit bize geleceğin güzel şeyler getireceğini fısıldar. Sevilmemiş bir çocuk, ancak ümitle hayata tutunabilir ve geleceğin onun için güzel şeyler sakladığını umabilir. Suriyeli bir mülteci sadece umutla Ege’nin soğuk sularında ölümü göze alarak bir yolculuğa çıkar, umuttur ancak geçmişin belleğini “geleceğin belleği”ne taşıyan. Umut etmek cesaret etmektir, yanlış giden bir şeylerin değişebileceğine ve dünyayı bulduğumuzdan daha güzel bırakabileceğimize duyduğumuz inançtır. Endişe bizi cesarete yöneltir çünkü diğer seçenek umutsuzluktur. Cesaret endişeyi üstlenerek umutsuzluğa direnir. İnsan irade ve çabası, aşkınlığa teslim olmakla endişenin ıstırabından kurtulur.
Dünyada evimizde değiliz ve kimse bizim yerimize ölemiyor. Ölüm her durumda bizim ve kimse bizi ondan kurtaramaz. Varlığın ölüme aktığı bir dünyada bizi canlı kılacak şey hayatı gerçekten yaşamaktır. Bu da “olmak cesareti”ni gösterebilmekle mümkün. İradenin krize girdiği bir dünyada insan kendisini her zamankinden daha aciz, her zamankinden daha çaresiz hissediyor. Böyle zamanlarda kendimiz olabilmek cesaret istiyor. Hakikat ve hakikîlik cesaret istiyor.
Richard Rorty şöyle yazar : “Çocuklarımızı, masa başında oturup klavyenin tuşlarına basan bizlerin tuvaletlerini temizleyerek ellerini kirletenlerden on kat, Üçüncü Dünya ülkelerindeki fabrikalarda klavyelerimizi üretenlerden yüz kat fazla ücrete çalışmamızı içlerine sindiremeyecekleri gibi yetiştirmeliyiz. İlk sanayileşen ülkelerin henüz sanayileşmekte olanlara kıyasla yüz kat refah içinde yaşadığı gerçeğini dert etmelerini sağlamalıyız. Çocuklarımız öncelikle kendi kaderleriyle başka çocukların kaderi arasındaki eşitsizliğin ne Tanrı’nın isteği ne de ekonomik yeterlilik için gerekli bir bedel olduğunu, bunun kaçınabilir bir trajedi olduğunu öğrenmeliler. Birileri gırtlağına kadar doyarken kimsenin açlık çekmemesi için dünyanın nasıl değiştirilebileceğini bir an evvel düşünmeye başlamalılar.”
Bugün ülkemizde ve dünyada umudu diri tutan bir şey varsa, o da sorumluluk ahlâkıdır. Peter Singer’ın bilinen örneğini hatırlayalım: Gözünüzün önünde bir çocuk boğuluyorsa kendinizi ona müdahale etmek zorunda hissedersiniz. Dünyanın dört bir köşesinde, her gün binlerce çocuk açlıktan, susuzluktan, savaş ve terörden can verirken onlara yardım elini uzatmıyor, cebinizden ufak bir miktar bile olsa onların acısını dindirebilmek için bir pay ayırmıyorsanız, gözünüzün önünde boğulan bir çocuk için kılınızı kıpırdatmamışçasına suçlu hissetmelisiniz. Ahlâk mesafe tanımaz. Ahlâk mesafeleri kaldırır. Duyduğumuz veya duymazdan geldiğimiz her inilti için mesulüz. Sadece mesul hissettiğimiz sürece varız.
Karşımda şaşkın bir yüz ifadesiyle duran genç kız, yüzümü dikkatlice inceledikten sonra, “sizi bir yerden tanıyor gibiyim” dedi. Buna alışkındım, bir dönem televizyon programlarında sıkça görünmüştüm. “Randevumu annem aldı, uzun bir süredir yurt dışında yaşıyordum ve yurda döneli bir kaç ay oldu” dedi ve ekledi, “Bunca zamandır yurt dışında yaşıyorum, sizi nerede görmüş olabilirim?” “Belki televizyon ekranlarında tesadüf etmişsinizdir” dedim. “Ben pek televizyon seyretmem ama bir defasında bir programa denk gelmiştim” diye ekledi. Lafın nereye gideceğini merak ediyordum. Birlikte ikimizin de ucundan katılmaktan gizli bir hoşnutluk yaşadığı bir bilmece çözüyor gibiydik. “Siz hiç konusu sadece umut olan bir programa katılmış mıydınız?” diye sordu merakla. “Sanırım devlet televizyonuydu ve sadece umuttu konu.” “Aa evet” diye cevapladım onu. Uzun zaman önce, Düşünce İklimi’nde Kenan Gürsoy hocayla bir program boyunca sadece umudu konuşmuştuk. Gözleri buğulandı. Bir hüzün bulutu yüzünü dolaştı. Ağladı ağlayacak bir sesle bana şunları söyledi: “Hayattan umudumu kestiğim ve kendimi kesinkes öldürmeye niyetlendiğim bir gece cebimde bolca ilaç kutusu ve koltuğumun altında içki şişeleri bir Türk arkadaşımın evine gittim. O gece çalışıyordu ve anahtarı bırakmıştı bana, kendimi alkolle uyuşturacak ve bütün ilaçları bir seferde içerek canıma kıyacaktım. Hayatımın bir değeri yoktu, bu gurbet başkentinde de tutunamamıştım. Alkolle iyiden iyiye gevşediğim bir sıra, elimde avuç dolusu ilaç, kanallar arasında geziyordum. O programa denk geldim. İki insan umuttan söz ediyordu. Sadece umuttan. Bana tuhaf bir şey oldu, o gece kendimi öldürmekten vazgeçtim. Ve şimdi karşınızda oturuyorum. Bu nasıl bir tesadüf?” Ona hayatta tesadüflerin olmadığını dilim döndüğünce söylemeye çalıştım. Hiçbir iyilik, sarf edilen hiçbir güzel söz ve eylem karşılıksız kalmaz. Melekler onu ona susamışlara taşır. Seslerimiz, sözlerimiz uzay boşluğunda asılı kalır ve titreşmeye devam eder. Yeryüzünde umudun çaktığı her kıvılcım, üşüyen insana sıcaklık, kaybolmuşa ışık, susamışa su olur. Umuda çağrının değdiği her kalp ona cevap vermek zorunda hisseder.
Hüseyin Atlansoy’un dizelerinde söylendiği gibi : “İyi günler ileride anneanne/ İyi günler ileride.” Türkiye ve dünya için umudumuzu diri tutalım. Biz umut edersek dünya değişir. Çünkü umut edebildiğimizde biz değişiriz.