İnsan meçhulün kahramanıdır

Dünyadan uzak bir ada, bir yeryüzü cenneti, çölleşen varlığın içinden birden fışkıran bir gül bah­çesi. Tek istediği onu kendi arzularının yoğunluğuyla sevecek bir sevgiliydi. Ben onu gördüğümde, bir düşten henüz uyanmış bi­rinin sersemliğiyle etrafına bakınıyor, ruh yordamıyla gerçekliğin dünyasındaki nesneleri anlamaya çalışı­yordu. Aşkı belli ki yanlış yerde arıyordu, avurtları sevgilinin yüzünü gör­memişliğin bedbinliğiyle çökmüş, sanal âlemde yaşadığı bir aşk onu bir Leyla kılıp çöllere düşür­müştü. Bu kez Leyla Mec­nun’u arıyor ancak onun suretiyle yetinmeye hiç de niyetli görünmüyordu. ‘Kadının aşk ahlâkı aşkın dışında ahlâk tanımaz’ der Peyami Safa. Anlıyordum ki internette sözün bir hük­mü yoktur, söz, yüzden yüze gitmiyorsa yönünü şaşırıyor. O günden beri, dinlediğim kırık aşk hikâ­yesinin o yürekte bıraktığı izi sürüyor, teknolojinin insanı nereye götürüp bıraktığını anlamaya çalışı­yorum. Gittiğimiz yer belki de gitmeyi hiç istemeyece­ğimiz bir yer.

Yalnızız ama yakın­lıktan da korkuyoruz. Bir arkadaşlığın bizden istedikleri olmaksızın yoldaşlık duygusu verebi­lecek teknolojiler istiyoruz. Siber âlem bir kaçış yeri, bir inziva mekânı. Orada hakikati istediğimiz kadar eğip bükebilir, kendimizi kılıktan kılığa sokabilir ve denetimi elimizde tutarız. Bedenlerinin egzersiz, gün ışığı, sağlıklı gıda ve insani temas ihtiyacını yok sayan birçok genç, artık hayatla­rını ekran karşısında ge­çiriyor ve gerçek dostluk­ların yerine sanal olanları koyuyor. Gece yaşayan bu gençlerin en sevdikleri roman kahramanlarının vampirler, hayaletler ve başka gece yaratıkları olmasına şaşmayalım. Japonya’da hikikimori ola­rak bilinen bir durum var: Ergenler kendi odalarında yıllarca münzevi yaşıyor, bütün gün bilgisayar oyunu oynuyor ve sadece kapılarına kadar getirilen yemek için mola veriyor. Uzun yıllar sürebilen bu durum anne babayı adeta çocuğun kölesi haline getiriyor. Onunla ne ileti­şim kurabiliyor, ne de onu dışarı çıkarabiliyorlar. Ek­ran köleliğinin ete kemiğe bürünmüş hali.

Siber âlem pek çok geleneksel sınırı ters-yüz ediyor. İş ve oyun, ciddi söylem ve eğlence, erişkin­lik ve çocukluk, kamusal ve mahrem arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor. Cep telefonu aramaları ve sesli mesaj bildirimleri, her biri­mizin özel alanına arsızca giriyor. Duymak isteme­diğimiz ses ve kelimeler ruhun ancak sessizlikle onarılan kuytuluklarına çarparak uğultuya dönü­şüyor. Kişisel bilgilerimiz sosyal paylaşım ağlarında teşhir ediliyor. Narsistik teşhirciliğin teşvik edildiği bir dünya sahnesi haline geliyor internet. Teşhircili­ğin diğer ucunda dikizcilik var. Bir gözetleme kulesi olarak internet. Çevrimiçi araştırma zahmetine giren bir kimse, kolaylıkla her birimiz hakkında pek çok malumata ulaşabilir. Bu da giderek görünmez veya namevcut olmayı zorlaş­tırıyor.

Neil Postman, Tekno­poli adlı kitabında yeni tek­nolojik araç gerecin hayata dair önceliklerimizi değişti­receğini, kültürün o derin anlamından koparılarak sadece araçlarla ilişkilen­dirileceğini yazmıştı. Bir tıkla bize bilgi sunan protez belleğimizin yapı taşların­dan biri de Google. Ancak hayatın “google”laştırıldığı bir zamanda, arama mo­toru bizim neyi, ne kadar bilmemize müsaade edi­yorsa o kadarını biliyoruz. Biz Google’ın müşterileri değil, ürünleriyiz: Eğilim, merak ve tercihleri reklam verene satılan ürünleriz. Biz onu kullandığımızı sanırken, o bizi kaydeder ve hakkımızda profil oluş­turur. Biz onun hakkında pek az şey bilsek de o bizim hakkımızda çok şey bilir. Bu yönüyle panopti­konu da aşan bir gözetim mekanizmasıdır. Başka bir örneği sosyal paylaşım ağı Facebook üzerinden verebiliriz: Facebook ütopik bir ihtimali ayakta tutar. Geçmişte kaybedilen şimdi bulunacaktır. Bu gezegenin sakinleri, canları hangi yüzlerini sunmak istiyorlarsa, dünyaya onu sunarlar. Bukalemun ben­likler. Facebook giderek bir hafıza silici olarak işlev gösterir. Sınırsız yüzümü­zün olması, bağlanma gücünde bir azalmayı ve insan yaşamında bir da­ralmayı ifade eder. Sosyal medyada sahte kimlik ve sınırsız yüz üretilebil­mesi, kişiyi hem kendini tanımaktan, hem de sosyal yaşamın içine girebilmek­ten uzaklaştırır. Medya doygunluğu çağında birey hayatını bir bütün olarak değil, parçalar ve epizodlar toplamı olarak yaşamak­tadır. Tamamlanamayan, kırık dökük, paramparça hayatlar.

Teknolojideki değişim­ler kişiler arası iletişimin doğasını değiştiriyor, ken­diliğinden gelişen toplum­sal etkileşimler azalırken, elektronik etkileşimler artıyor. Böylece kişiler arası iletişim hünerlerimiz kayıplara karışıyor. Uzlaş­ma, konuşma başlatma, beden dilini ve yüze dair ipuçlarını okuma gibi beceriler bize yeni dostlar edinmek ve var olanları derinleştirebilmek için rehberlik eder. Bunlar öğrenilmediğinde içine ka­panan birey, sığınak olarak internette teselli arıyor. Dış dünya, bilgisayar odasına büzüşüyor. Yüz yüze etki­leşimin azalması empati duygusunu da köreltiyor. Birinin duygularını incitir ama tepkisini görmezseniz yaptığınızın neye yol açtı­ğını anlamaz ve bunu telafi çabası içine girmezsiniz. Aşırı internet kullanımıyla duygusal zekamız azalıyor ve yüz ifadelerini anlamak­ta zorluk yaşayabiliyoruz.

Siber âlem, meçhule attığımız kement. Onu avu­cumuzun içine alacağımızı sandığımız anda onun tarafından yutuluyoruz. Makine uygarlığında mer­hamet yoktur. Teknolo­jinin bize dayattığı hızlı olma zorunluluğu, bilişsel yeteneklerimizi zayıflatı­yor. Kısa dönem hafızamız zedeleniyor. Eskiden ahenk içinde çalışan beyin parçalarımız arasında ileti­şim bozuklukları oluşuyor. Merhamet, zihnimizin bir bütün olarak ve dingin bir şekilde çalışabilmesiyle mümkünken bu değişimin bizi merhametten uzak­laştırmaması mümkün olabilir mi?

‘İnsan meçhulün kahramanıdır’ demişti Peyami Safa. Bir karadelik gibi insanı öğüten modern teknolojilere bakınca, bir kahramanın zafer çığlık­larından çok, bir kurbanın iniltileri duyuluyor.