İnsan hırs ve tamahkarlığının uçbeyi olan neoliberal ideoloji, günübirlik hayatın her yerine nüfuz eder ve dokunduğu her şeyi, girdiği her yeri alınır satılır bir meta haline getirerek şeyleştirir. Her yerde ve hiçbir yerdedir. 7/24 canlılık ister, üretim ve tüketime tapınır. Birey ‘tam zamanlı ekonomik âmil’dir artık, satılamayacak, paraya tahvil edilemeyecek hiçbir şey yoktur. Duygularınız, düşünceleriniz veya dünyada olma biçiminiz eğer pazarın ihtiyaçlarına uygun, arzu edilir veya üretken değilse ‘işlev bozukluğu’ gösterdiğiniz düşünülerek marazî sayılır. Ulusal güvenlik ve finansal refahın dillerde tekerlemeye dönüştüğü bir çağda, neoliberal ideoloji insanlığımızın adeta özünü inkar eder gibidir. Hüzün bize yasaktır. Melâl, keder, kırılganlık ve incinirlik, insanı yavaşlattıkları ve tamahkârlığı dizginledikleri için görüldüğü yerde kınanır. Aman ha, yavaşlarsan sonra az tüketirsin! Durup kendi yaşantın üzerine düşünmek aylaklık hanesine yazılır, sessizce bir kenardan hayatın çağıltısına ilişmek ise beyhude gayrettir. Psikoloji ve psikoterapi de insanları pazarın ihtiyaçlarına göre biçimlemenin emrine koşularak, dönüştürücü güçlerinden mahrum bırakılır. Anlam ve özgürlük arayışı bilimin hevesleri arasında arka sıralara itilir ve ölçülebilir olan öne çıkarılır. Neoliberal bakış için ruh ele geçirilerek sömürgeleştirilecek bir ülkedir, öte dünyaya ait izler silinmeli ve o buraya, bu dünyaya, üretim ve tüketim çarkına tabi kılınmalıdır.
Ruhun tüketilebilir olduğu bir çağda, güveni ara ki bulasın. İnsanın kırılgan, incinebilir ve sonlu bir varlık olduğunu keşfetmesi yara almakla gerçekleşir çoğu zaman. Bir yara sadece ciğerimizi değil ruhumuzu da deler geçer ve bize oradan başka insanların acılarına bir pencere açar. Ancak kendi yaramızı fark etmekle varlığa sinmiş olan ıstırabı kavramaya başlıyoruz. Yara ve dert sahibiysek, başka yara ve dertler bize görünür hale geliyor. Yaralı olmak ruhumuzu hikmet ve merhamete açıyor. ‘Başkaları beni yaralayabilir’ beni şüphe ülkesine götürüyor, ‘başkalarının yaralarına şifa olabilirim’ ise güven ülkesine. Yaralı yurdumuzun en çok örselendiği yere.
İnsanı bir zenginlik saydığımızda ona kalbimizi açar, ondan hikâyeler alırız, türküler, rüyalar, dualar alırız. Kalplerimiz aynı okyanusa dökülen ırmaklar gibi bir deltada buluşur. Ruhumuzu birbirimize açmak ve yaralarımızı bir diğerimize aşikâr kılmak için önce güven duymamız gerek. Güven: O nasıl söylediyse öyle davranacak ve ben bunu bileceğim. Ben nasıl söylediysem öyle davranacağım ve o bunu bilecek. Güven olmaksızın pul pul dökülür, insanlığımızı ayakta tutamayız. Oysa zor kazanılır ve nasıl da kolay harcanır güven. Kimi sosyologlar geç modern çağda bir güven buhranının kaçınılmaz olduğunu zira bir risk toplumunda yaşadığımızı söylüyor. Etkilerini denetleyemediğimiz ve anlayamadığımız çok karmaşık kurum ve uygulamalar arasında yaşıyoruz. Anlaşılmaz ve gizli risk kaynaklarına maruz kalma ihtimalimiz çok fazla: Çevresel riskleri, terör saldırılarını veya nükleer kazaları önlemek elimizden gelmiyor. Bu da bizi bir belirsizlik iklimine savuruyor: Güvenlik serabının ortasında tehlike her yönden bastırabilir. Bir yanda bu muhayyel korkular öte yanda ‘gelişmekte olan’ veya ‘gelişmemiş’ dünyanın baş etmek zorunda olduğu kıtlık, yolsuzluk veya güvensizlik gibi müzmin somut sorunlar. İlkinde hayata yönelen bir tehdit söz konusu, ikincisinde zorluklar hayatın süreğen bir parçası.
Güven, güven doğurduğunda birlikte erdem basamaklarını tırmanırız, güven ihanet doğurduğunda ise bir kısır döngünün içine gireriz. Tehlike ve terör güvenin altını oyar. Böylesi durumlarda güven şartlarını hızla onarmak gerekir. Nasıl yapmalı? İnsan hakları ve demokrasi diyecektir kimileri, ne de olsa tüm barış süreçlerinin altında bu ikisi yatıyor değil mi? Tersinden baksak olur mu? Belki de insan hakları ve demokrasi güvenin değil, güven, insan hakları ve demokrasinin teminatıdır. İnsan hakları, ‘Benim neye hakkım var?’ veya ‘Ben ne alabilirim?’ sorularına cevap ararken, ‘Ben neyi yapmalıyım?’ veya ‘Sorumluluklarım nelerdir?’ sorularını es geçer. Konuşma hürriyeti, ancak başka insanların bu hürriyete saygı gösterme ödeviyle kaimdir. Ötesi sadece belagattir. Galiba başkalarının bizim için ne yapması gerektiğine, bizim onlar için ne yapmamız gerektiğinden daha fazla odaklanıyoruz.
Demokrasi bize politik olarak meşru olanı gösterebilir fakat bize etik olarak haklı olanı işaret edemez. Demokrasi haklara, haklar da görevlere yaslanır. Kendi görevlerini yerine getiren aktif yurttaşlar, ötekinin haklarını da teminat altına alır. Ahlakı politikaya bitiştirdiğimizde soracağımız soru, ‘Ne yapmalı?’ ve ‘Bunu kim yapmalı?’ olabilir, ‘Ne almalıyız?’ değil. Temel ödevlerin görmezden gelindiği bir dünyada, ötekinin hukukuna tecavüz sıradanlaşır ve güven ağır yara alır. Güven bir ülkeyi ayakta tutan manevi sermayedir. Tarihe güven, insana güven, millete güven, devlete güven. Kendine güven. Çok yara aldık buradan, çok incindik. İncindiğimiz yer en çok güçlendiğimiz yer olmalı. Öyle bir bağlanmalıyız ki kırıldığımız yerden, eskisinden daha güçlü, daha mukavim olmalıyız. Pasif bir insan hakları bakış açısı arkamıza yaslanmamızı ve birinin haklarımızı bize dağıtmasını ister. Hayır, haklarımızı istiyorsak önce eyleme geçelim ve birbirimize karşı ödevlerimizi yerine getirelim. O Temmuz gecesinde olduğu gibi. Hakların dili bize lazım ama sorumlulukların dilini unutmadan. Önce ödevimizi yapalım.