Gidilmeyen yol

shutterstock_373477039

Bir olmak cesareti varsa, olmak korkusu da vardır. Olmak korkusu hayatımıza yön verecek seçim ve sorumluluklardan uzak durduğumuzda ortaya çıkar. İnsan kendi üzerine düşünebilen ve geleceği tasarlayabilen bir varlık. Böyle olduğu için de tekâmül edebilen bir varlık. Hayat yaptığımız seçimlerle şekilleniyor. Ancak kimileri için bir şeye evet derken bir başka şeye hayır demek zor. Seçme korkusu veya özgürlük korkusu. Hayatını bir ülkeye, bir meraka, bir inanca adama zorluğu. Ya o hayat yolunda bir tercihte bulunurken başarısız olursa? Ya birileri onu kınar veya reddederse? Bu korku harekete geçmeyi zorlaştırır ve insanı felç eder. İrade ve gaye hayatın erken dönemlerinde yara almıştır, geçmişin okları saplandıkları yerde kalakalmış ve yaralar hâlâ tazedir. ‘Yirmi beş yaşımda aldığım bir kurşunla bugün ölüyorum’ der Rene Char. İrade ve gaye ile hayata tutunur, hayatın içinde gerçekten yer alırız. Seçimlerimizin bir işe yaramayacağı ve dahası bizi başka insanların gözünde itibardan düşüreceği fikri, bizi hayatın kıyısından köşesinden dolaşan, hayatı bir seyyah gibi âna ve yaşantıya katılarak değil de turist kıvamında yaşayan edilgen kişilere dönüştürür. Hayatla ve dünyayla, bizim onu değiştireceğimiz ve onun da bizi değiştirmesine izin vereceğimiz bir etkileşime girmemiş oluruz. Kimilerimiz ölümden korktuğumuz kadar hayattan da korkarız.

Olmak korkusunun pan zehiri özerklik umududur. Özerk insan kendine hakim olma yeteneği geliştirdiği gibi, kendi kendisini yönetebilen, seçim yapabilen ve farklı hedeflerin peşi sıra gidebilen bir kişidir. Bu da ancak başkalarının size dayattığı ilkelerle değil kendi seçtiğiniz ilkelerle hareket edebildiğinizde olur. Bu ilkeler hem size sağlam bir zemin sunar, hem de esnekliğe, büyüme ve gelişmeye izin verir. Elbette önce kendinizin farkında olmanız gerekir. Değer ve önceliklerinizi belirlemeniz size hangi ilkeler dizisinin kılavuz olacağını tayin eder. Kendi hayat çizginizi oluşturmaya kararlı mısınız? Yaşamak sorumluluğu üstlenebilecek misiniz? Bu süreçte nelerden vazgeçmeniz gerekecek? Değer ve ilkeleriniz uğruna sürdüğünüz bir ömür, önünüze büyük manevî kazanımlar olduğu kadar maddî kayıplar da serecektir. Siz o kayıpları göğüslemeye hazır mısınız?

Yaptığımız seçimlerle hayatımızı inşa ediyoruz. Tuttuğumuz yol aynı zamanda geçmediğimiz binlerce patika demektir. Kapısından girdiğimiz her imkân, kullanmadığımız binlerce başka imkândır. Ama işte bizi biz yapan şey de yolların çatallandığı noktalarda yaptığımız bu seçimlerdir. Geriye dönerek hayatımıza baktığımızda, bu seçimlerin arasında bir iç bütünlük ve tutarlılık var ise daha mutmain bir hayat yaşadığımızı söyleyebiliriz. Hayatımızı geriye dönük olarak hikâye ederken onun ne ölçüde tutarlı bir anlatı oluşturduğu, yaşantı parçacıkları bir araya geldiğinde oradan ortak bir anlamın tütüp tütmediği önemli bir mesele. Erik Erikson, ileri yaşlarda insanın benlik bütünlüğü ve ümitsizlik arasında bir yerde durduğunu yazmıştı. Ego bütünlüğü ve yeis. Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenmiş ve yaşadığımız hayatı bir değerler silsilesi etrafında yaşamışsak, ego bütünlüğü ancak geride bütüncül bir anlam oluşturamayan bir yaşantılar yumağı görüyorsak, ümitsizlik. Hayat kocaman bir sarkaç gibi, ümit ve korku, anlam ve anlamsızlık, sahicilik ve yabancılaşma arasında salınıp duruyor.

Pek çoğumuz hayatı ilkeler doğrultusunda yaşadığımızı zannediyor ama o ilkeleri, günün ihtiyaçlarına ve nefsimizin isteklerine göre eğip bükebiliyoruz. Nefs her zaman kendini aldatmaya hazırdır zaten. İnsan türlü zihinsel kısa devrelerle, istediği her şeyi kendisine hoş ve meşru gösterir. Rahmetli anneciğimden öğrendiğim bir deyişle, ‘herkes kendi çanağına sağar’. Neye inanıyorsak onu görmeye başlarız bir süre sonra. Denebilir ki insanın kendi üzerine düşünme kabiliyeti, bazen de kendisini kandırabilme kabiliyetidir. Hayatlarını inandıkları davanın örsünde döven yiğit ve soylu dava adamları kim bilir nerededir bugün? Politik mevzilere yerleşip oradan tumturaklı sözler söyleyenler, ceplerine akide şekeri konmasa acaba bu söylemlerini ne kadar devam ettirebilirler? Günümüz toplumunda fikirlerin bile bir fiyatının olması ürpertici. Sözü keskin söyleme kudretinizi pazarlayabildiğiniz kadar, tedavüldeki değeriniz artıyor.

Batı dünyasında yoksulluğun bir seçim olduğu, herkesin aslında refaha kavuşabileceği ve yoksul kalanların yeterince sıkı çalışmadığı yolunda kapitalist bir nazariyat var. İnsan ilişkilerini kudret vasıtalarına dönüştürmek ve her ilişki ağından bir menfaat devşirmek, günümüz Türkiye’sinde yaygın olarak rastladığımız bir durum. Satacak bir malınız varsa; sesi en gür çıkan, en partizan, en çığırtkan kişi siz oluveriyorsunuz. Sokak pazarlarında müşteri tavlamak için yapılan çeşitli numaralar gibi, gazete veya ekran köşesinde kendini vazgeçilmez ve mühim bir kalemşör yahut âteşîn bir dava erbabı olduğunu kanıtlamaya soyunan kişi, davaya sözüm ona sadakatinin kuru bir aferinle geçiştirilemeyeceğinin farkındadır. Herkesin bir şeyler tırtıkladığı bir sofrada o da kendi payını ister. Böylece ahlâk yine yoksullara kalır. “Bir ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben / Ben gittim daha az geçilmişinden / ve bütün fark yaratan da bu oldu işte” diyordu Robert Frost. Gidilmeyen yolun hayaleti bizi avlamaya devam ediyor. İçinde yaşadığımız politik çağ, imgenin hakikati öncelediği, samimiyetin aşındığı, kişinin duyarlı ve bütünlüklü bir benlik anlatısını geliştirmesinin giderek zorlaştığı, benliğin bir menfaat kovuğundan diğerine kona geldiği bir sığlık ve yüzeysellik dönemi olarak kayıtlara geçiyor. Renata Salecl’in söylediği gibi, artık “toplumsal adaletsizliğe karşı mücadelenin yerini, yoksulluktan duyulan utanç ve ekonomik başarı merdiveninde daha yukarı çıkamamaktan duyulan suçluluk duygusu aldı”. ‘Önceden ne idiysem şimdi oyum’ yerine, yaptığım seçim yoluyla, ‘şimdi neysem o olacağım’ diyoruz. Gidilmeyen veya az seçilen yol, yine rindlere, şuara ve fukaraya kalıyor.