“Doğru ve yanlışın ötesinde bir bahçe var, orada buluşacağız” diyor Mevlana. “Yalnız susayan suyu aramaz, su da susuzluğunu dindireceği bir dudak arar” diyor. Günümüz toplumu manevi bir sıkışmışlık içinde yaşıyor. Batı dünyasında en yaygın duygunun can sıkıntısı olduğu dile getiriliyor. Maneviyat arayışı bu sıkıntı içindeki benlik için vazgeçilmez bir önem kazanıyor. Maneviyattan uzaklaşmanın getirdiği yabancılaşma ve anlamsızlık, varoluşsal boşluk ve manevi krizlerle kendisini dışa vuruyor. İnsan güzel olandan uzaklaşıyor, kendi özüne sadık kalamıyor. ‘Kişisel sorumluluğun olduğu yerde o sorumluluğun yerine getirilememesinden doğan bir suçluluk vardır. Varoluşsal suç, insan dünyaya meşru bir cevap üretemediğinde ortaya çıkar’ der Martin Buber.
Dünyaya meşru bir cevap üretemediğimiz için, kâinatı onulmaz bir hızla tahrip ediyoruz. İnsan ilişkilerinde korkunç bir sığlaşma yaşanıyor. Benliğimizden daha yüksek, bizi aşan bir ülküye muhtacız. Benliği aşan, onu daha büyük bir anlamın içine dâhil eden aşkınlık ile irtibat hali olarak tanımlayabileceğimiz maneviyat, insan olma tecrübesinin öznel ve evrensel bir boyutu olduğu kadar içsel, öznel bir farkındalığa da işaret ediyor. Anlam ve gaye, hakikat ve değerler ekseninde süren bir arayış insanın içsel susuzluğunu dindirmek için büyük bir imkân sunuyor. Zaten bir süredir Batı ülkelerinde farkındalığı mihver alan, Budizm’den etkilenmiş üçüncü dalga bilişsel terapiler revaç buluyor. Bu minvalde tasavvufi öykü ve şiirlerin de, bu terapileri konu alan çalışmalarda zikredildiğini görüyoruz. Disiplinlerin birbirinden öğrenecek çok şeyinin olduğu günümüzde, “ya bilim, ya maneviyat” tarzı bir indirgemecilik yerine, “hem o, hem de o” yaklaşımı daha doğru görünmektedir. Akıl ve logosa ihtiyaç duyduğumuz kadar mitosa da ihtiyaç duyarız. İnsan anlama susamış bir varlıktır. Hayatı anlamlı ve tahammül edilebilir kılacak bir manevi aidiyet ve yeryüzünde bir hedef ararız. Tanrı tarafından bilinme ve değer verilme duygusu sağlar bize maneviyat, saygınlık sunar, geçmiş, bugün ve gelecek arasında bir bağ kurar. “Niçin sorusuna cevap bulan, neden sorusuna zaten cevap bulur.”
Bilim varlığın derin katmanlarına inmez ve bilimde metateori yoktur. Bilim anlam, mit ve ahlâk arayışımıza cevap vermez. Birkaç soru üzerinden bilimin henüz yeterince kapsamadığı alanları anlayabiliriz: Neden bilinç sahibiyiz? Neden anlam, anlayış ve aşkınlık peşindeyiz? Neden diğerkâmız? Varlığın zaman, ölüm ve ıstırap yaşantısı gibi derin meselelerinde bilim ne söyler? Oysa bilim ve dinin ortaklaşa paylaştığı bir şey vardır ki o da hayret duygusuna açık olmaktır. “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur” diyor Yunus’umuz. “İki şey bende huşu uyandırıyor: üzerimizdeki uçsuz bucaksız sema ve içimizdeki ahlâk yasası” demişti Kant. Bilim de inanç da evrenin sırları karşısında derin bir hayranlık hissine tanıklık eder ve görünmeyeni görünür hale getirmek ister. Modern fizikteki gelişmeler bizi önden belirlenemezliğin dünyasına sokuyor. Kaos kuramı ufak girdilerin tahmin edilemeyecek büyüklükte çıktılara yol açabileceğini, kaos gibi görünen şeyin altında bir ahengin gizli olduğunu söylüyor. Bilim dünyasında uzun yıllardır hâkim olmuş materyalist indirgemecilik, yerini postmateryalizme bırakıyor. Bu yeni bakış indirgemeci olmak yerine bütüncüldür. Böylece gözlerimizi hem ufuklara/kâinata ve hem de nefislere/benliklere dikebiliriz. “Gerek âfâkta (dış dünya ve madde âlemi), gerek enfüste (insanın iç dünyası ve ruh âlemi) delillerimizi yakında onlara göstereceğiz” (Fussilet, 41/53).
Materyalizm sonrası bilim tasavvurunda nedenselliğe atıf daha azdır ve bu da kuantum fiziğiyle uyumludur. Bilinç, sezgi, düşünce ve duygular insanın hür iradesinin kontrolünde kabul edilir. İki ayrı bakış, iki ayrı tasavvur, iki ayrı dünya. Buradan psikoterapiye dair bazı düşüncelere yol alabiliriz. Değer bağımsız nötr bir bilim olma iddialarına karşın bütün psikoterapi biçimleri değerler üzerine şekillenir ve bu değerler, bir anlamda, kanıtlanamaz. Sözgelimi, insan doğası iyi midir kötü müdür? Hür irademiz var mıdır, yoksa iç ve dış etmenler tarafından mı biçimleniriz? ‘İyi hayat’ı nasıl tanımlarız? Psikoterapi fikriyatı da içinde bulunduğu çağ ve kültürün bazı değerlerini aksettirir, onları yansıtır. Dolayısıyla ruh sağlığı alanında değer bağımsızlık iddiası, bugün bilim felsefesinin de dile getirdiği gibi, içi boş bir iddiadır. Değer bağımsız, nötr görünen bir terapist bazen tahripkâr sosyal çevrenin amaçlarına hizmet eder sözgelimi. Arjantin’de cunta insanları katlederken sessizliğe bürünen psikanaliz cemiyetinin yaptığı gibi.
Modern çağda insan ruhunun çoraklaştığını, insanın anlam arayışına bütüncül bir cevap sunamayan psikoloji ve psikoterapi öğretilerinin ruhun sızısına merhem olamadığını görüyoruz. İnsan ebediyeti arıyor ve ötelerin sesini duymak istiyor. Varoluşu sadece yatay bir düzlemde tanımlayan öğretiler, homo religioso’nun aşkınlığa susamışlığını, içinin seslerini kâinatın ahenk ve ritmine ayarlama isteğini görmezden geliyor. İnsanın anlam arayışına kapılarını kapatan ruhsal doktrinler, tedavi etmeye çalıştıkları hastalık ve çatışmaları çoğaltmaktan öte bir işlev görmeyen ‘konformist psikolojiler’e dönüşüyor.
Çağdaş psikoloji ve psikoterapi akımlarının insanın dünyadaki serüvenine hayırhah bir açılım getirebilmeleri, Batı ve birey merkezci, maddeci yönelimlerinden arınabilmeleriyle mümkün. Başka bilme biçimlerine saygı göstermek gerekiyor. Psikoloji ve psikoterapi, anlamak için sevmenin ön koşul sayıldığı manevi disiplinlere açık olmakladır ki, bütün insan ruhunun susuzluğunu giderebilir. Bilmek için kimileyin sevmek gerekir.