Dizilerdeki yabancı ve tahripkâr hayat!

Basit bir anlaşmazlık için silaha sarılanlar, yasak ilişkisini sürdürmek için eşini şeytanın aklına gelmeyen –ama senaristlerin pekâlâ akıllarından çıkmayan– yöntemler ile öldürenler, küçücük yol verme tartışmalarından cinayet çıkaracak kadar kendi yaptığının doğruluğuna inanacak kadar izandan çıkanlar. Bunlar dizi senaryolarında olduğu kadar gerçek hayatta da karşılık bulan erozyonlar.

 

Mısırlı bir genç hanımla Türkiye üzerine sohbet ederken ailesine Türkiye’yi anlatamadığından dert yanmıştı.

Türkiye’yi dizilerden tanıyan Mısırlı aile, buranın Müslüman bir ülke olduğuna inanmakta epey zorluk çekiyordu.

“Ne zamanki beni ziyaret için İstanbul’a geldiler, dizilerdeki sanal Türkiye ile değil gerçek Türkiye’yle karşılaştılar, bana o zaman inandılar” demişti genç Mısırlı hanımefendi.

Bazen çok övünüyoruz ya ‘Türk dizileri dünyayı fethetti’ diye?

Her şeye paragözüyle bakan aptal bir bakış açısı bu, oysa ne kadar çok izlendiğimiz kadar ne izlettiğimizi de önemsemek durumundayız artık.

İşte RTÜK’ün raporunda açıklanan, küçük bir çocuğun karşı karşıya olduğu dehşet bir bilgi.

Masum bir çocuğun feryadı RTÜK şikâyet hattına ulaştı; “Lütfen diziyi kaldırın, dizideki adam gibi babam annemi dövüyor, şu an biz babamdan kaçıyoruz.”

Babasını, dizide karısını sürekli döven bir karaktere benzetiyor çocuk ve defalarca başvuru yapma girişiminin kendi babası tarafından engellendiğini de belirtiyor.

Çocuğu isyan noktasına getiren dizilerde en çok şikâyet edilen konular şiddet ve kanunsuzluğun özendirilmesi.

Beline silah takanın istediğini yaptığı bir dünyayı, allayıp pullayıp pazarlıyor bu bize yabancı diziler.

Her tür şiddetin suyunu çıkaran, belli sürelerde ‘mutlak aksiyon olmalı’ diye akla hayale gelmedik saçmalıkları, ensesti, aldatmayı, riyakârlığı, ikiyüzlülüğü, kötülüğü her daim zerk eden bir zehirli iğne gibi beyaz cam.

İŞSİZ GÜÇSÜZ MAFYATİK TİPLER

Yapanın yanına kâr kaldığı hukuksuz bir toplum ortamı idealize edilirken, dizilerdeki mafyatik tiplerin, kanunsuz karakterlerin son derece lüks ve şatafat içinde yaşamaları, her biri işsiz ama en üst düzeyde tüketim kültürüne sahip kişilikler olarak tasvir edilmeleri yeni nesiller ve hayatında keskin değişiklik yapmak isteyenlerin gözünde gayrimeşruluğu / illegaliteyi meşrulaştırmakta.

Memleket konaktan, malikâneden geçilmiyormuş gibi tüm diziler söz birliği etmişçesine devasa evlerde çekiliyor.

Tabi bunun mekân endişesiyle örtüştüğü gerçeğini inkâr etmeyerek, tek bir mekânda çekim yapmanın haftalık film çekmek zorunda kalan dizi sektörü için büyük konfor sağladığını göz önünde tutarak yazıyoruz bu eleştirileri.

Kolaylık tamam da örselenen toplumsal doku ne olacak?

YÜKSEK İZLEME REKORU MU?

Birbirinin klonu olan, başından sonu tahmin edilen, neredeyse basmakalıp lafının ansiklopedik karşılığı haline gelen diziler, nasıl oluyor da sürekli yüksek izlenme oranlarına sahip oluyor?

Günümüzde gazetelerin üçüncü sayfa haberleri bile artık dizilerdeki senaryolarla paralellik arz ediyor.

Basit bir anlaşmazlık için silaha sarılanlar, yasak ilişkisini sürdürmek için eşini şeytanın aklına gelmeyen –ama senaristlerin pekâlâ akıllarından çıkmayan– yöntemler ile öldürenler, küçücük yol verme tartışmalarından cinayet çıkaracak kadar kendi yaptığının doğruluğuna inanacak kadar izandan çıkanlar.

Bunlar dizi senaryolarında olduğu kadar gerçek hayatta da karşılık bulan erozyonlar.

Ya toplumun marjinal uç noktalarında yaşanan pek çok sıra dışı olayı, ana omurganın bir parçasıymış gibi veren gündüz kuşağı programlarının aile mutfaklarında, oturma odalarında ürettikleri yangına ne demeli?

Hatta ve hatta bu satırların yazarının da keyifle izlediği ‘Güldür Güldür’ programındaki aile düşmanlığını nasıl yorumlamalı?

Her bölümünde neredeyse bir skecini evliliğin ne kadar kötü, sıkıcı, banal, özgürlükleri kısıtlayan bir mekanizma olduğunu işleyen mizah masumluğuna sığınan bu yapımları nereye koyacağız?

Kadınları baskın, erkekleri pısırık ve eşinin güdümüne girmiş gösteren ve özellikle bekâr erkeklere evlenmemeyi telkin eden bu senaryoların belli bir bilinç ile yazılmadığına bizi kim ikna edecek?

Tüm bu haşeratlı yapının savunma noktası ise reyting denilen canavar.

Peki, bu reyting canavarını kim kontrol ediyor?

AHLAKSIZLIK PAZARLANIYOR

Kanunsuzluğu özendiren diziler, ahlaksızlığı pazarlayan kuşak programları hangi ölçülerle belirleniyor?

Hele, iktidara yakın medya sınıfına giren entertaintment (eğlence) kanallardaki kuşak programlarının, mafya özentisi dizilerin yayınlanmasını reyting ve para kazanma arzusu ile açıklamak yeterli midir?

Reyting alıyorsa, iyi getiri sağlıyorsa her tür programı yayınlamak mubah mıdır?

Bu anlayışın, onları takip eden diğer ekranlar için son derece elverişli yollar açtığını, muhatap resmi kurumların elini kolunu bağlayan bir durumun ortaya çıktığını göremiyor muyuz?

Reyting sisteminin ne olup ne olmadığını yakın zamanda bu derginin sayfalarında okuyanlar hatırlayacaklar.

Sevda Dursun imzalı, 15 Nisan 2019 tarihli “TV reytingleri hala FETÖ’nün elinde mi?” başlıklı dosya çalışması pek çok soruya açıklık getiriyor.

2011 yılına kadar küreselcilere ait AGB Nielsen şirketi tarafından yapılan tv izlenme ölçümleri, üç yıl süren bir kumpas sonucu Samanyolu TV genel yayın yönetmeni, FETÖ’den 31 yıl hapis cezası alan Hidayet Karaca’nın koordinasyonunda yeniden yapılandırıldı. FETÖ tarafından kurulan şirketlere geçen izlenme ölçümü, o dönem iyi hatırlanacaktır Samanyolu kanallarının reyting patlamasına yol açmıştı.

Küreselcilerin Nielsen şirketinden bir başka küresel maşa olan FETÖ’ye geçen tv izlenme ölçümü sistemi başından beri dış kaynaklıydı ve hâlen öyle olmaya devam ediyor.

ŞİKAYETİN ÖTESİNE GEÇMEYECEK MİYİZ?

Kapalı bir sistem içinde birileri Türkiye’ye “en çok bunu izledin” diyor ve biz şikâyet etmekten başka hiçbir şey yapamıyoruz.

Günlük siyasetin bugünkü çok önemli konuları birkaç ay sonra hatırlanmaz bile ama aile ve mânevî değerlerin tahribatı her daim çok ama çok büyük problemdir.

Bugün küçücük bir çocuğu bile isyan noktasına getiren bu yayıncılık anlayışının, çapraz metodlarla ölçülebildiği yepyeni bir sisteme geçmesi gerekmektedir.

Üst orta gelir mensuplarının izleme zevklerini ülkenin genel talebi gibi görmeye devam etmemeliyiz.

Kadıköy’ün tv izleme alışkanlığı tüm Türkiye’yi temsil etmemeli.

Liberal-kapitalist anlayışın temsilcisi olan bu kesimler için milli ve manevi değerler önemsiz, aile ve sınırlayıcı kurallar anlamsız.

Bayramı ailesine sıla-i rahim yapmak yerine tatil beldesinde şezlong altında yatmak olarak algılayanların kültürünün hâkimiyetinden artık kurtulunmalıdır.

Bu izlenme sistemi içinde belli tip insanların teşvik edilmesi, ülkesine gönülden bağlı sanatçıların önündeki en büyük engeldir.

Bu düzen değişmedikçe, “her şey çok güzel olacak”çılardan şikâyet etmeye hakkımız yok.

Hele, cinsiyetsiz ve ailesi toplum projesinin küresel çapta uygulamaya konulduğu bir çağda, her gün en mahrem noktalara nüfuz eden televizyonu denetlemenin, izleme ölçme sisteminin yerlileştirilmesinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya kelimeler kifayet etmez.