Bir hikâye sorgulanmadığında, artık efsane statüsü kazanmış demektir. O efsanenin sunduğu paradigma dışında düşünmek zorlaşır, hatta efsane ve gerçeklik giderek birbirini besler hale gelir. Toplum giderek o efsanenin açığa çıkardığı hakikatlere uyum sağlayacak şekilde yapılandırılır ve gerçek olarak algılanan, giderek o efsanenin rengine bürünür. Öteki ne kadar kenara itilirse o kadar daha öteki olur. Aynı zamanda efsane daha az sorgulanır ve sosyal gerçeklik ona uyum sağlar. Efsanenin hüküm sürdüğü kategoriler toplum tarafından verili ve kaçınılmaz olarak algılanır. Bu efsanelerden birisi de dini şiddet efsanesidir ve birçok yalanla beslenir, birçok yalanı besler.
Batılı toplumlarda tarihten ve kültürden bağımsız şiddete eğilimli bir din kavramı yaratma teşebbüsü, liberal ulus-devletin meşrulaştırıcı bir temel efsanesidir. Dini şiddet efsanesi; rasyonel, barışçıl, seküler öznenin tam karşısına fanatizme yatkın dindar ötekini koyar. Bu efsane, dindar olarak etiketlenen belirli uygulama ve grupların kenara itilmesine hizmet eder. Ulus-devlet, böylece, vatandaşlarının kendilerini kurban etme ve öldürme arzusu üzerinde tekelini sürdürür. Dış politikaya baktığımızda, dini şiddet efsanesi, Müslüman toplumlarda seküler olmayan toplumsal grupların şiddetle eşleştirilmesine yol açar. Bu görüşe göre onlar, dinin politik hayattaki tehlikeli etkisini henüz ortadan kaldıramamış kimselerdir. Onların şiddeti mantıkdışı ve fanatiktir. Oysa seküler Batı’nın şiddeti rasyonel ve barışçıldır. ‘Onları liberal demokrasiyi benimseyecekleri ana kadar bombalamak zorundayız’ diye düşünürler.
Din ve şiddet argümanları, dini ve seküler arasında mutlak bir uyuşmazlık ve ikilik icat eden daha geniş bir aydınlanma anlatısının bir parçası. Bu görüş, dini olanın irrasyonel ve tehlikeli bir güdü barındırdığını ve yerini rasyonel/seküler güç biçimlerine bırakması gerektiğini söyler. Ulus-devlet adına öldürmek ve ölmek, doğru ve alkışlanabilir bir davranıştır. Dini şiddet efsanesi, seküler sosyal düzenlere, yeri geldiğinde yedekten çıkarıp kullanacakları bir karakter sunar, dindar fanatik her zaman düşman olarak kullanıma hazırdır. Carl Schmitt modern devlette politik olanın icadı için dost-düşman ayrımının lüzumundan bahsetmişti. Günümüz liberalizmi mutlak düşmanını din ve politika arasında ayrım gözetmeyen Müslüman’da bulmuş görünüyor. Tehlike şu; irrasyonel, fanatik ve vahşi bir öteki icat ettiğinizde, onun üzerinde zor kullanımını da meşrulaştırmış olursunuz.
Kuşkusuz her dinin müntesipleri arasında şiddete meyyal insanlar olabilir ancak dinin, seküler adı verilen kurum ve ideolojilerden daha fazla şiddete meyyal olduğunu söylemek, bir efsaneye gönül vermektir. Seküler olarak etiketlenen kurum ve ideolojiler de gayet mutlakçı, bölücü ve irrasyonel olabilir. Dini şiddet efsanesi, tamamen modern Batı’nın bir mamülü olan dini/seküler ayrımını; zamansız, evrensel ve doğal kategoriler olarak düşünmemizi telkin etmektedir.
Dini şiddet efsanesi, Batılı olmayan toplumları; dinin güdümünde, şiddet eğilimli, irrasyonel yapılar olarak tarif ederek Batılı düşüncenin şiddetin oluşumundaki rolünü saklar. Batı’nın Batılı olmayan dünyayla ilişkilerine bakmasına gerek yoktur, zira Batı’ya yönelik öfkenin gerçek kökleri “barbarlar”ın dininin ta kendisidir. Bu dinde öyle şiddet itkileri vardır ki, ancak seküler bir hizaya getirme işlemiyle ehlileştirilebilir. Böylece bu efsane, seküler aktörler eliyle dini aktörlerin adam edilmesine, dinin seküler şiddet marifetiyle hizaya sokulmasına yarar. Eğer bizim tarafımızdan ikna edilecek kertede rasyonel değilseler, onları daha yüksek bir rasyonalite seviyesine bombalayabiliriz. Dini şiddet efsanesi, yurttaşın nihai sadakatinin ulus-devlete olması gerektiğini söyler. Meşru şiddet sadece ulus-devletin tekelindedir.
Aslında daha doğru bir soru şu olmalıdır: “Hangi şartlar altında her türlü ideoloji ve uygulama, şiddeti tırmandırıyor?” Milliyetçiliğin şiddet eksenli kullanımı, kapitalist pazarın görünmeyen eli, Marksist ütopyalar, ABD veya Rusya’nın dünyanın kurtarıcısı rolüne soyunması gibi seküler şiddet kaynakları da araştırılmalıdır. Dinin dünyada sabit ve zaman içinde hiç değişmez bir yapı arz ettiği yanılsaması yerine, tarihsel bağlama dikkat kesilecek bir bakış bize daha insaflı sonuçlar verebilir. Dini veya seküler olan, modern dünyada hangi güç pratiklerine yetke vermek için kullanılıyor? Hangi uygulamaların dini olarak nitelenmesi, hangi seküler şiddet biçimlerine meşruiyet kazandırıyor?
Bu efsaneden kurtulmak, Batılı yönetimlerin İslam dünyasını daha iyi anlamalarını da sağlayabilir. İslam ülkeleri söz konusu olduğunda, cami ve devlet arasına duvar örmeyen arayışlara daha açık davranılabilir. İslam toplumlarında sürekli yeni ve müzakereye açık dinsel/politik kimliklerin oluştuğu ve bu kimliklerin “dini fanatik” gömleğine sığmayacağı açıktır. Bu efsane ABD’nin dış dünyada yediği herzelerin onun bizatihi kendi kötücül eylemlerinden kaynaklanabileceği düşüncesini hasır altı eder. Neocon bakış açısına göre, öteki o kadar kötüdür ki, onun bende nefret ettiği benim iyiliğimden başkası değildir. Terörizm bir son bulabilecekse eğer, ABD geçmişte işlediği büyük günahlarla yüzleşme cesaretini gösterebilmelidir. 1953’te İran darbesi ve Şah’ın desteklenmesi, 70 ve 80’lerde Saddam’a verilen destek, Filistin’in işgali konusunda İsrail’i kayıtsız şartsız arkalamak, 1990’larda 500.000 Iraklı çocuğun ölümüne yol açan ambargolar, Mısır’da ve bölgede sefih dikta rejimlerin desteklenmesi, Afganistan ve Irak’ın işgali, savaş sonrası Irak’ta her şeyi paraya çevirme, Ebu Gureyb’deki mahkumların işkenceye uğraması gibi örnekler hatırlanabilir.
Şiddet düşman ihtiyacından, bizi onlardan ayırma ihtiyacından kaynaklanır. Dünyayı bu tarz ikilikler ekseninde kurgulamak belki onu bizim için daha anlaşılır kılacak, ancak pek çok kişi için de dünya daha yaşanılmaz bir yer olacaktır. Dini şiddet efsanesini bir kenara bırakmak, bu ikiliklere direnmenin ve belki de düşmanı dosta çevirmenin bir yoludur.
Not: Bu yazı, William T. Cavanaugh’un The Myth of Religious Violence (Oxford University Press, 2009) adlı kitabında serdettiği görüşleri aktarıyor. Aynı konuda Karen Armstrong’un (Guardian, 25 September, 2014) şu yazısına da bakılabilir: http://gu.com/p/4xzq6/sbl