Darbe girişiminin ardından gelen vahşi terör saldırıları, bu toprağı bize vatan olmaktan çıkarmak isteyenlerin niyetlerini ayan beyan ortaya koyuyor. Adeta kötülüğü kanıksamamızı istiyorlar, kötülüğü bu coğrafyanın vazgeçilmez bir rüknü olarak algılamamızı ve karanlık odalarda bize biçtikleri kaderi kabullenmemizi istiyorlar. Milletimiz izzet-i nefsine, haysiyetine dönük her türlü müdahaleyi ters yüz edeceğini o unutulmaz Temmuz gecesinde nasıl gösterdiyse, üzerinde oynanmak istenen oyunları aynı cesaret, feraset ve basiretle yine boşa çıkaracaktır. O gecede görünür hale gelen bir misak-ı milli bize şunu söylüyor: Bu vatan bizim ruhumuza ve kalbimize yapışıktır, onu terk etmeyeceğiz, izzetimizi çiğnetmeyecek ve bayrağı yalnız, toprağı ıssız bırakmayacağız.
Phillip Zimbardo grup düşüncesinden kötülüğe uzanan basamakları şöyle sıralıyor : Başkalarının insanlıktan çıkarılması, kişinin kendisinin bireysellikten çıkması, kişisel sorumluluğun dağılması, otoriteye körü körüne bağlılık, grup normlarına onları eleştirmeden uyma ve umursamayarak ya da tepkisiz kalarak kötülüğe pasif müsamaha. Radikal kötülük böyle bir zeminde yeşeriyor. Arendt’in kötülüğün sıradanlığını tartışırken dönüp dolaşıp işlediği duraklar da bunlar. “Pişmanlık, küçük çocuklara mahsustur” diyordu mücrim Adolf Eichmann. İblis etkisi denilen şeyin bir başka tezahürü, kibrin kişiyi nedametten alıkoyması. Katlettikleri insanların yüzlerini silikleştirir, onları bir sayıya dönüştürür zalimler.
“Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti bir yana bırakırsak, onu harekete geçiren hemen hemen hiçbir şey yoktu. Eichmann sadece, gündelik dilde söylenecek olursa ne yaptığını hiç fark etmemişti” diyor Arendt ve ekliyor : “Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insan bünyesinde bulunan bütün bu şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir”. Sıradan insanın ruhunu şeytana sattığı yer tam da burasıdır işte: fikirsizlik. Ne yaptığının, nasıl bir cürüm işlediğinin dahi farkında olamamak. Körü körüne itaat, insanı kötülüğün tam kalbine bırakır. Sual etmeyi başaramamış bir zihin, insanı kapalı grubun yalanlarına râm eder ve oradan tarihte eşi benzeri görülmemiş bir riyakârlık üreyebilir.
Örgütlenmiş riyakârlığın toplumumuzun güven hissini berhava ettiği günlerden geçiyoruz. Arendt’in deyimiyle riyakâr, ‘sahtekârlık ve aldatmacayla yaşamını sürdürdüğü, sahici görünüşlerin ve bozulmamış benliklerin kendilerine yeniden yer bulabilecekleri bu dünyadan doğruluk ve dürüstlüğün özünü dışarı atar…Suç ve suçlu bizi radikal kötülüğün şaşkınlığıyla yüz yüze bırakır; fakat aslında iliklerine kadar çürümüş olanlar sadece riyakârlardır’. Erdeme övgüler düzer riyakâr, başkalarının gözünde onlardan daha erdemli görünmek ve onları da böyle inandırmak ister. Üstelik foyası döküldüğünde suçluluk veya utanç hissetmez. Yanlış bir şey yaptığınızda, kimse bilmese bile içten içe suçluluk duyabilirsiniz. Mensubu bulunduğunuz grubun ortak değerlerinde bir şeylerin kökten yanlış olduğunu fark ettiğinizde, utanç hissedebilirsiniz. Bunlar vicdanın alâmetleridir. Hür irade ve şahsiyetin alâmetleridir. Ne var ki kötülüğün ne olduğuna dair ortak toplumsal uzlaşı narsistik gruplarca dönüşüme uğratılır ve sözgelimi hırsızlık veya katliam nedeniyle duyulması gereken utanç, ahlâki çözülme yoluyla iptal edilir. Başka insanları bağlayan ahlâk kaideleri o grubu bağlamaz. Grup kendi hakikatini, ahlâk ve doğrularını üretir. Böylece içinde yaşadığı toplumdan uzaklaşır, genel insan nüfusu için katlanılmaz olan gayrı ahlâki edimleri meşrulaştırır. Kötülük artık o grup içinde görünürlüğünü, görür görmez anlaşılırlığını kaybetmiştir.
Kendisini suret-i hak olarak gösteren bir batılın, insanların birbirine ve kurumlara duyduğu itimat hissini paramparça etmesine karşı durmalıyız. Belki de amaçlarından birisi buydu, bu toplumu kendi gölgesinden korkar ve bir diğerine güvenemez hale getirmek istiyorlardı. İhbarcılık ve paranoyayı kuvvetlendiren tutumlar toplumsal sözleşmenin altını oyar, üzerinde yaşadığımız zemini kayganlaştırır. Bu ülkeyi vatan kılan şeylerden birisi de birbirimizin omzuna yaslanabileceğimize duyduğumuz itimattır. Bu vatanı seviyoruz ve ona karşı bir borcumuz var, vatansızların bir ‘operasyon sahası’na çevirmek istediği bu yaralı toprağı birlikte sevgiyle, yarenlikle, tefekkürle onaracağız.
Yıllar önce Muhammed İkbal’in İslam toplumlarında benin zayıflatılması üzerine eleştirilerini okumuştum. İkbal insanın kendisine güvenmesini, kendisine saygı duymasını, kendi imkân ve kabiliyetlerini ortaya koyabilmesini ister ve ‘ben’ diyebilmenin önemine değinir. Bu ben, enaniyet duygusundan uzak, bencillik, gurur ve kibirle alakalı olmayan bir bendir. İkbal’e göre birçokları, İslam’ın ve Müslümanın uyanışını, ‘benliğin tasdikinde (isbat-ı hodi) değil, ‘benliğin inkârında’ (nefy-i hodi) aramışlardır. Oysa temel mesele benliği yok etmek değil onu güçlendirmek ve yükseklere çıkmasına hizmet etmektir. En yüksek basamakta ‘Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanan’ insan vardır. İkbal’in felsefesinde benliği güçlendiren etmenler aşk, fakr, cesaret, hoşgörü ve helal kazanç olarak sıralanıyor. Benliğin kuvvetlenebilmesi aksiyoner bir dini tasavvur için gereklidir, dinin iyimser, canlı ve hamleci ruhuna güç vermek ve kötülük, yoksulluk ve sömürünün her türüyle savaşabilmek için aksiyoner bir ben anlayışı gerekmektedir. Peyam-ı Meşrik’te şu dizeler bu fikriyatı özetler gibidir : “Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervaneye şöyle dediğini duydum: ‘İbn Sina’nın kitaplarının içine yerleştim. Farabi’nin birçok eserlerini gördüm. Bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın. Çok bedbahtım.’ Yarı yanmış pervanenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın : Dedi ki, ‘Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan, çırpınıştır hayatı kanatlandıran’…”
İkbal’e göre Adem’in cennetten düşüşü olumsuz bir anlam taşımaz. Adem cennette insani ihtiyaçları hissetmiyordu. Oysa bu ihtiyaçlar insan kültürünün gelişmesi için elzemdi. Şöyle yazar: ‘Kuran’ın düşüş öyküsü insanın, içgüdüsel bir iştahın ilkel halinden, şüphe ve itaatsizliğe imkanı olan özgür bir benliğin sahipliğine yükselişini anlatır’. Hür iradesiyle seçim yapabilen bir varlık olarak insan böylece basit bir bilinç halinden bir tür öz bilince, bir öz farkındalığa ulaşır. Bir rüyadan, neden sonuç ilişkilerinin olduğu gerçek dünyaya uyanır. İnsanın üstlendiği ve yerlerin ve göklerin yüklenemediği o büyük emanet, özgür şahsiyettir. Bu benlik felsefesinde Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak insan ona Allah tarafından verilen her şeyi, zihin olsun, beden olsun veya fizik çevresi olsun, en hayırlı biçimde kullanmak zorundadır. Zikir yetmez, fikir de gerekir.
Hislerimiz hâlâ çok yakıcı ama aklımızı da imdada çağırmalıyız. Örgütlü riyakârlığın bataklığını kurutmak için; eğitimden din diline, bürokrasiden siyasete dek köklü reformlar gerçekleştirebilmeliyiz. Tekil insan iradesini ve özgür şahsiyeti kuvvetlendirmeliyiz. Her insanda Hızır’ı gören hamleci bir medeniyet, çocuklarını edilgenliğin kör kuyusunda unutamaz. Çırpınıştır hayatı kanatlandıran.