Cesaret

Cesaret bir erdem midir? Her koşulda övmeye değer bir durum olduğundan söz edebilir miyiz? Nice ocakları söndüren gözü pek bir intihar bombacısının cesareti bizi sadece tiksindirir. Katillerin veya mütecavizlerin gözünü budaktan sakınmayan cesareti, olsa olsa psikopatik bir cüretkarlık hanesine yazılabilir ve bir toplumun esenliği için mutlaka cezalandırılması, hizaya sokulması gerekir. “Yiğitlik bir erdem değildir” demiş Voltaire, “vicdansız hergelelerle büyük insanların ortak özelliğidir”. Bir adam düşünelim, mutluluk içinde işten evine dönüyor. Çocuğuna hediyeler almış, az sonra sıcak bir yuvada akşam yemeğine oturacak. O da ne, bir zorba sokağın ucunda bir kadına saldırıyor. Görmezden gelip yoluna devam mı etmeli, yoksa o kadının feryatlarına cevap mı vermeli?  Kişi o feryatlara kulak tıkıyor ve yoluna devam ediyorsa, korkakça bir bencillikten söz edebiliriz. Kendi hayatı pahasına o mazlum kadını savunmak için meydana çıkıyorsa,  o zaman onun erdemli ve cesur bir insan olduğunu düşünebiliriz.  Başkası acı çekerken bigane kalmayan ve o ıstırabı durdurmak için yeri geldiğinde kendi çıkarları rağmına öne atılan insan, erdemin tüm güzel anlamlarını içerecek biçimde cesurdur. Onu harekete geçiren his, acı çeken ötekinin de sevgiye ve iyiliğe layık olduğu hissidir. Ama cesaret sadece kahramanlığa konu olan bir eylemi mi anlatmalı bize? Düşüncenin cesaretini nereye koyacağız o halde?

Cesaret, korkunun veya aymazlığın bizi felç ettiği zamanlarda önümüze yeni yollar serer. Bazen konuşmak, bazen yazmak, bazen de inanmak cesaret ister. Zihnin alışageldiği rahatı terk ederek yeni sorular sormaya başlaması, ancak cesaretle mümkündür. Alışageldiğimiz düşünme kalıplarını terk ederek, dünyayı daha geniş görebileceğimiz yeni ufuklar aramak. Düşüncenin lezzeti o mücadelede gizlidir. “Ya sandalım kayalıklara çarparsa, ya bir zarar görürsem?” diye endişeleniriz. Belki de zarar hanesine yazılması gereken; geviş getirircesine hep aynı kelimeleri çiğnemek, olaylara hep aynı dar pencereden bakmak ve her Allah’ın günü, aynı basmakalıp biçimlerde yaşamaktır. “İki günü birbirine denk olan kayıptadır”.  Zihinsel olarak yeniliklere açık olmak, tanıdık olmadığımız düşünce biçimleri edinmemizi veya en azından bunları keşfetmemizi gerektirir. Önyargılara hapsolmak yerine, dünyaya farklı bakış açılarından bakabilmek. Dünyayı ötekinin gözlerinden görmek nasıl bir şey acaba? Ya benim durduğum yer gerçekliğin tam bir temsili değilse ve ben yanılıyorsam? “Hakikat vaizleri” bize gerçekliğin sadece kendi tekellerinde olduğunu ve ancak onlara benzersek doğru yolu bulacağımızı bangır bangır bağırır. Cesaret kimileyin kurdun kapmasını göze alarak sürüden ayrılmak, çoğunluğun kudretinden sarf-ı nazar edebilmektir. Halvet der encümen. Aynı zamanda hata yapmaktan korkmadan, düşünsel bir dürüstlüğe sahip olabilmek. Çoğu zaman yalan bir hayatı sürdürmenin dürüst bir yenilgiden daha kolay olacağını sanıyoruz. “Bir daha yenil, daha güzel yenil” diyen yazara inat, kendi kendimizden saklanarak ruhun gerçek ihtiyaçlarını görmezden geliyoruz. Cesaret insanın kendi ruhuyla karşılaşmasıyla mümkün;  böylece kendimizde hata bulabilir ve bize benzeyenleri de sorgulayabiliriz. Tekamül, kendi canımızı acıtacak sorular sorabilmekle olur. Hatalarımızı kabul edebilme samimiyetiyle. Bu sayede başkalarının hakikatinin bize değmesine, içimize nüfuz etmesine ve bizi sarsmasına izin veririz. Simone Weil’in sözleriyle,  “Her varlık, başka bir şekilde okunmak için, sessizce haykırır. Bu haykırışlar karşısında sessiz kalınmamalıdır.” Böylece köprüler kurarız, o bana gelir, ben ona giderim.  “Dostun evi gönüllerdir/ Gönüller yapmaya geldim”.

Ama galiba cesaret sahici insanların bir erdemi. Ne ise o olan, göründüğünden fazlası olmayan, olduğundan fazlasını görünmeyen o sahici insan, günümüzde artık neredeyse tükenmeye yüz tutmuş bir canlı türü.  Kendi olarak var olabilen insan. Hayatının sorumluluğunu üstlenen, değer eksenli yaşayan, ruhuna ve fıtratına yabancılaşmamış insan. İçsel gücün doruk noktasıdır sahici olabilmek. İnsanlar da sahici veya sahte olabilirler. Sahte insanlar kendi benliklerini kaybeder, riyakarlık ve yalana başvurur.  Oyuncu benlikler. Her kıvamı alabilen, her renge giren, bir süre sonra kendi asli kıvam ve rengine yabancılaşan insanlar. Gerçekte kimdi o? Çoktan unutmuştur bile. Her yeni gün kişiliğine yeni yamalar ekler. Sahici ve gerçek insanlar ise beraberlerinde doğruluk ve gerçekliğin gücünü taşır: Her dem taze, canlı ve doğaldırlar. “Her dem yeniden doğarız/Bizden kim usanası”.  Gerçek ve sahte bir çiçek arasındaki farklılık gibidir bu. Sahici insanlar neye inandıklarını ve neyi sevdiklerini tam olarak bilir ve kendileri olmayı becerebilirler. Bu da bir güçtür. Sahiciliğin belirli göstergeleri yoktur, ancak herkes görünce anlayabilir.  Onların yanında kendimizi rahat hissederiz. Maskesiz insanlar.  Sahici olmak cesaret gerektirir, çünkü sahici olan her zaman insanlar tarafından sevilip kabul edilmez. Sahte insanların çok daha rahat ve daha az talepkâr bir hayatları olduğu kesin. Yanlış bir gerçekliğe uyum sağlayarak bir bukalemun kişilik halinde yaşayıp gider onlar. Hayat biteviye bir sahne performansıdır. Ancak bu kendine ihanet hali kısa vadede sahte bir mutluluk getirse de, uzun vadede tatminsizliğe ve huzursuzluğa, bazen de depresyona yol açar. İnsan kendinden ne kadar kaçabilir, kaçsa da kendinden ne kadar uzağa gidebilir ki?

Yanılsamalarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Yanılsamalara sığınarak, hayatın sürekli istek, dikkat, gayret ve cesaret gerektiren bir mücadele olduğunu unutmaya çalışıyoruz. Her adımda bir tuzak, tehlike veya sınavla karşılaşıyoruz. Var olmak zorluğa göğüs germektir. Ruhlarımız en beklenmedik anlarda en ağır biçimlerde örselenebiliyor. Hayatta kalmak için cesur olmamız gerek. Mesele korkusuzluk değil, hepimiz korkarız. Mesele korkunun bizi hapsetmesine, ruhlarımızı kötürüm etmesine izin vermemek. Kötülüğün ve çaresizliğin yaydığı korkuyu ancak korkunun tam da kalbine yürümekle yenebiliriz. Bir kum fırtınasında hayatta kalabilmek için kumlardan kaçmak yerine o girdabın tam ortasına yürümemiz gibi. Hayatın bize getirdiği risklerle açıkça yüzleşmek ve bunlardan saklanmamak, ruhsal gücümüzü ve isteğimizi berkitir. Risk ve yüzleşmeden uzak durulan bir hayatın dirence de ihtiyacı yoktur. Sıcak evlerimizde televizyon karşısında pinekleyerek geçirilen bir ömür için cesarete ihtiyacımız yok.  İrademizi ortaya koyan bir seçim yapmamız gerektiğinde bir risk almış oluruz:  Bu risk tembel ve tedirgin benliğimizle bir sürtüşme yaratır. İlerleyebilmek için irade ve kararlılığa ihtiyacımız var ve irademizi devreye soktuğumuz her seferinde daha da güçleneceğiz.

Risk alacak kadar cesaretli olmak, kendi derinliğimizin bilinmez potansiyelinden kaynağını alır. İnsanları öğrenmeye zorlayan deneyim, genelde içinden çıkılmaz bir durumla karşılaştıklarında ortaya çıkan aciliyet ve sıkışmışlık sonucu oluşur.         Risk ile yüzleşirken, cesaretin en üstün ruhsal özelliklerden biri olduğunu keşfederiz. Cesarette bir asalet vardır. O asalet sadece asil kişinin değil, etrafındaki insanların da hayatını değiştirir. Ahlaki veya toplumsal cesaret; haksızlık, zorbalık veya sahtekarlık karşısında kendi güvenliğimizi riske atar belki ama yanlış giden bir şeyleri de düzeltir, kötülüğü durdurur, iyiliği hakim kılar. Kötülük karşısında herkes dilsiz kalırsa, iyilik mümkün olamaz. Kötülüğün kazanabilmesi çoğu zaman iyilerin sessizliğiyle mümkün olur.  İyiler cesur olabildiğinde ancak, “o hayasızca akın”ı durdurabilir. Büyük ruhlar cesaretleriyle kötülüğün önünde siper olur. Yokluk tehdidine rağmen riski göze alır ve adaletsizliğin, zulmün karşısına dikilirler. “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”.

Cesaret hayatın bir teyidi, ifade ediliş biçimidir. Hayatın çağrısına güçlü bir cevap: Buradayım! Kimse beni kimliğimden, ülkemden, değerlerimden söküp atamaz. Kimse beni ben olmaktan alıkoyamaz. Kimse ayağımı bu topraktan kesemez ve bana istemediğim bir hayatı dayatamaz.

Cesaretin olduğu yerde esaret olmaz.