Bir ruhumuz var mı?

businessman chase peoples with carrot

Yüzlerce şehit veriyoruz, acı ve yas tütüyor ülkemizin dört bucağında. Gencecik fidanlar vatan için toprağa düşüyor, ama Türkiye hâlâ Survivor seyrediyor. Tuhaf bir empati yoksulluğu, sanki bütün bu acılar hiç yaşanmıyormuş gibi, sanki ruhumuzun acıya ayarlı bütün duyargaları felç olmuş gibi. Benzeri bir yarışmada ünlü olan birisi zamanında (Avrupa’da) şunu söylemiş; ‘Zengin ve ünlü oluyoruz; fakat bunu hak etmiyoruz. Ülkemiz için hiçbir şey yapmadık!’ Artık zenginlik, ün ve aldığımız övgüler, yapılan işin değerinden daha önemli. Değersiz bir iş size bir servet kazandırabilir, yeter ki rağbet görsün. Neden bir televizyon yapımcısı veya sunucusu veya popüler bir şarkıcı söz gelimi, bir yoğun bakım hemşiresinden, ücra bir dağ köyünde çocuklara okuma yazma öğreten öğretmenden yüz veya bin kat daha fazla kazanıyor? Neden onurlu ve erdemli bir hayat süren insanları bu kadar kolaylıkla gözden kaybediyoruz? Televizyonlardan ruhumuzun en kuytu hücrelerine dek sokulan bir yarışma ahlâkı her yeri çölleştiriyor. Kazananların dünyasında olmak için kaybedenleri, tutunamayanları, yarıştan berî duranları lanetliyoruz. Rekabet etmediğimiz bir dünyada adeta yokluğa mahkûm ediliyoruz.

Kapitalist piyasa ekonomisinde değerli olduğumuz kadar kazanmıyoruz, kazandığımız kadar değerli oluyoruz. Oysa popüler kültür ekran yarışmalarıyla bütün sıradanlığımıza rağmen özel, keşfedilir ve başarılı olabileceğimizi anlatır bize, hepimiz hayatımızın hikayesini değiştirebilir, bir kahramana dönüşebiliriz. Zaten sosyal medya minyatür şöhret ve kahramanların adeta geçit resmi yaptığı bir yer. Bu yüzden durmamak gerekir, hayat madem bir fırsatlar kataloğudur, o halde eyleme geçmek, anlamsızlığın yaratabileceği boşluk duygusu ve sıkıntıyla başa çıkmak gerekir. Çünkü durup da etrafa bakabilmek, kendine bakabilmek bu fare yarışının anlamsızlığını izhar edebilir, yalancı bir dünyaya uyum sağlamakta kullandığımız yanlış bilincimizin farkına varmamızı sağlayabilir. “Bugün kimin hala bir ruhu var?” diye sorar Julia Kristeva, “Kendimize bir ruh katmak için ne zamanımız ne de vaktimiz var. Temelden mesafeli bir duruşu olan modern insan belki acılı, ama pişmanlığı olmayan bir narsisttir!’’ Artık bireyin benliği onun aynı zamanda sermayesi ve verimli kılınması gerekiyor. Özel alan işin istilasına uğramış ve ailenin saatleri telefon görüşmeleri ve e-posta yazışmalarına terk edilmiştir. ‘Boş zaman’ın kâr getirmesi icap etmektedir. Sadece yetişkinlerin değil çocukların boş zamanı da tıka basa doldurulur ve müstakbel başarı için gerekli olduğu varsayılan donanımlar bu boş zamanda çocuğa boca edilir. Eh, ne de olsa çocuk artık bizim için Allah’ın bir bağışı ve emaneti değil, verimli kılınması gereken bir sermayedir. Çocuklarımıza yatırım yaparız. Çocuklarımızın başarı veya başarısızlığından tek başına biz mesulmüşüz gibi davranıyor, onlar bu saçma sapan sınav sisteminde, saçma sapan konular ezberleyip istedikleri okullara giremezlerse, narsistik yaralar alıyoruz. Çocuklarımızın yüreğine saplanan kurşun, bizi de öldürüyor.

Birkaç on yıldan beri terapiye başvuran insanlarda bir değişim gözleniyor Batı ülkelerinde. İyi giyimli, başarılı, sosyal hayatları iyi kişiler fobiler veya takıntıları için gelmiyorlar terapiste, bu yeni türün sorunu, hiçbir şey hissedememeleri. Bir hissetme yoksunluğu, boşluk ve kronik sıkıntı. Toplumun yeni bireyinin vebası bu. Bir uyuşma ve mutsuzluk hali. 21 . Yüzyıl mantığına nüfuz eden özgüven takıntısı, çocukları ‘özel ‘ ve ‘biricik’ kişiler olarak yetiştirmemize, orta sınıfın kendilerini kendine yardım kitap ve kurslarına gömmelerine yol açtı. “Kendini sev, arkası gelir.” Ün ve servet pek çok kişi için hayatın amacı haline gelirken reklamcılık her türlü arzuyu doyurmanın faydasına bizi ikna etti. Bu kendine gömülme ve kendiyle aşırı meşguliyet hali zamanımızın ahlâki iklimini oluşturdu. Sanki yarın diye bir ülke yokmuş gibi her türlü arzuyu hemen şimdi ‘özgürleşme’ adı altında doyurma düşüncesi, bu iklimin belirgin özelliği. Sınır yok. Geçmiş yok. Kimse yüzyıl sonrası için meşe ağaçları dikmiyor artık. Geleceği olmayacağından korkan bir toplum gelecek nesillere ne verebileceğini de hesap edemiyor. Başarı açlığı ve hırsı, sevme ve sevilme ihtiyacının önüne geçtiğinde bir kültür cinnet geçiriyor demektir. Daha yüksek hayat standartları uğruna havayı ve suyu kirlettiğimizde, kendi ruhumuzu tanıyıp ona bakamaz hale geldiğimizde ve nihayet bütün bir hayat bir iktisadi işletmeye dönüştüğünde, hepimiz ecinnileriz demektir.

Kapitalizm sayısız vasıta yığıyor önümüze ama bir amaç yok. Nihai bir hedef, bir gaye, hayatlarımıza renk verecek bir menzil-i maksud yok. Her zamankinden daha fazla güzeli teneffüs etmeye muhtacız, insana ve maneviyata muhtacız. Bizim büyük açlığımız, ‘Neden?’ sorusuna bir cevap verememekte yatıyor, bu hayatın mihnetine neden katlanıyoruz? Bedenler semiriyor ama ruh aç kalıyor. Onca bolluğun içinde açlıktan kıvranıyor ruh. Kontrol edilemez ve trajik olan kapımızı çaldığında, onu daha iyi anlamamızı ve hayatımızı yerli yerine koymamızı sağlayacak bir tutarlık ve bütünlük duygusuna ihtiyacımız var. Anlamdan muaf ve ‘büyüsü bozulmuş’ bir dünyada insanın bir gaye ve aidiyet bulması da zor. Kainattan kutsalı kovanlar, ‘aradığın şey sadece senin içindedir’ diyerek insanın iç dünyasını kutsuyor. İyi ama dışarıda göremediğimi içimde nasıl görebileceğim? Psikoloji toplumunda güzellik, gaye ve iyilik; insanın mahrem ve öznel dünyasına ait kuruntulardır. Hep içine bakan, içindekini aşikar etmek için çırpınan insan aleme ve varlığa bakmayı unutuyor. Özgür modern birey gayeyi sadece kendisinde arıyor. Geleneksel ahlak ve göreneklerin yetkesi aşınıyor, hayata temel teşkil edecek yeni bir ahlak ve değerler sistemi oluşmuyor. Alın size ‘değerler krizi’ ! Yaşam koçları, iyi yaşam gurmeleri, her şeyi bilen kişisel gelişim uzmanları derken seküler rahipler çoğalıyor. Artık neyin iyi bir hayat olduğunu yeni ahlaki yetkeler olarak bize onlar söyleyecek. Kendi ahlak evreninin merkezinde insanın kendisi var artık. Tevazu, kanaat, diğerkamlık, merhamet, itidal, teenni… Bunlar çok eskiden gördüğümüz bir rüyanın arada bir ruhumuzu yoklayan gulyabanileri. Kadere rıza gösterme sakın, sev kendini, parlat kendini, göster kendini, kendine yet, kendini rahatlat. Bir sarkaç gibi, kıyıcı değersizlik duygusuyla büyüklenmecilik arasında gidip geliyoruz. Adaletsizlik karşısında, ‘Evet, isyan!’ diye sakın yumruklarını sıkayım deme, bunlar ‘çalışılması’ ve ‘çözümlenmesi’ gereken endişe ve düşmanlıklar. Sen sadece içine bak ve kendinden bahset. Hep kendinden bahset. Dışarıya bakacaksan Survivor ne güne duruyor, oraya bak, orada ol, orayı yaşa. Bu sığ kültür, hepimizi bakıma muhtaç çocuklara çeviriyor. Hayatımızın amilleri değil, kurbanlarıyız artık. Acıyla baş edemeyen, acıya bakamayan, ‘acıyla uğraşacak yerlerini yok eden’ bir toplum çocuklaşır. Ne olur bir ruhumuz olsun, çünkü o varsa, her şey yanıp yıkılsa bile oradan yeni bir dünya inşa edebiliriz. Tepeden tırnağa uyuşmuş da olsak, uzaklarda bir hücre sızlamaya devam etsin. Biz de ona bakarak, onu izleyerek evin yolunu bulalım.